KÜLPERİSİ
sitede internette

Küçük Bir Kız Çocuğu...


“Kızım biraz sakin ol. Gel gidelim beraber eve. Yılbaşı gecesi her kes içer, dağıtır. Olur böyle şeyler. Çok gençsin ve biraz fevri davranıyorsun. Gel bi amca gibi dinle beni gidip barıştıralım sizi.”

Masaya yumruğumu sıkıp da vuruşumun acısını birkaç gün sonra fark ettim. “Bana bakın” dedim. “ Ben hayatım boyunca karakolun önünden geçerken bile titredim. Şimdi, bugün buradan içeri bu saatte girebiliyorsam, bu şımarıklıktan değildir. Ya benimle gelir, eşyalarımı almama yardımcı olursunuz ya da ben bu geceyi sokakta geçiririm.”

En yakın komşumuzdu Türkan teyze. Bizden birkaç apartman ileride oturuyorlardı. Annemi küçük bir kız çocuğu gibi sürükleyerek onlara götürdüm. Ablama götüremezdim. Yeni evli çift mutluluk içinde ilk yeni yıllarını kutluyorlardı. Türkan teyzenin hiçbir çabası beni verdiğim karardan vaz geçiremedi. Bir şeyler bitiyordu ve ben ya kararlarıma uyacaktım ya da … Ya dasını hiç düşünmedim…

Bir yabancının eviydi sanki kapısının önünde iki polisle dikildiğim ev. Kocaman şeffaf bir balon içinde gibiydim. Polislerden biri kapının ziline dokunduğu an ben bir diğerinin ardına kurulmuş bir oyuncak bebek gibi gizlendim. Uzun süre içerden hiç ses gelmedi. Kafamı yerden hiç kaldırmadım. Ne polislerin söylediklerini ne de babamın sesini duymuyordum balonumun içinde.

Başımı yerden hiç kaldırmadım. İçeri girdim. Odama geçtim. Elime geçen küçücük bir naylon poşetin içine sığacak kadar giyecek koydum ve bir daha aylar sonra sadece 30 dakika için döneceğim evimden sessizce ve ağlayarak çıktım.

Başımı yerden hiç kaldırmadım. Babamın yüzüne hiç bakmadım. Ne söylediğini hiç duymadım. Kulaklarımda sadece balonumun içine süzülebilen “KIZIM” dan başka hiçbir şey çınlamıyordu.

Polislere beni garaja götürüp götüremeyeceklerini sordum. Gece yarısını çoktan geçmişti ve bu saatlerde sokaklarda olmaya hiç alışık değildim… Polislerle birlikte garaja gittim. Ne kadar süre orada öylece otobüslere, insanlara ve şehrin ışıklarına baktığımı bilmiyorum. Dedem şehrimden 110 km uzaklıkta bir kasaba irisinde tek başına yaşıyordu. Aklımda ondan başka gideceğim hiçbir yer ve kimse yoktu. Zaten çok fazla akrabamızda yoktu…

Tek sorun gecenin o saatinde o kasaba irisine otobüsün olmayışıydı…

Ne kadar zaman sonra toparlandığımı da anımsamıyorum. Yeni yılın ilk saatlerinde; ilk defa tek başıma, ilk defa güçsüz ve ilk defa korkaktım… Kasaba irisinin yol çatısından geçen ilk otobüse bir bilet aldım. Elimde küçücük bir naylon poşete sığdırdığım hayatım vardı…

“O kadar uzun geldi ki o yol… Oysa ne sıradağların arasından geçti ne de dibi görünmez uçurumların yanından… Uçurumlar da geçit vermeyen o sıradağlar da içimdeydi… Her şeyi geride bıraktığım yanlışında olduğum o anlarda, her şeyin küçücük naylon bir poşetin içinde çoktan yer aldığını bilemedim…”


http://kulpers.blogspot.com/2010/10/sonun-baslangc-m-baslangcn-sonu-mu.html

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar...


Geçmişle yüzleşmek ve aynı anda geleceği de yaşamaya çalışmak bazen sadece bir yumruk büyüklüğünde ki kalbinizin çeperlerini zorlar. Her nefes alışınızda ciğerlerinize dolan oksijenin acısıyla yanıp kavrulursunuz. Sizi kavuran oksijen değil, geçmişinizle geleceğiniz arasındaki o dar alanda kısa, sert ve can yakıcı paslaşmalardır.

Unuturken, unutmaya çalışırken yaptığım tek şey her şeyin ama her şeyin üzerini sadece toprakla örtmekti. Gömdüm sandım. Bitti sandım. Unuttum ve hatırlamayacağım sandım…
Ne tuhaf… Şimdi elimde kocaman bir kürekle tek tek çıkarıyorum gömülerimi. Hepsi taptaze. Hepsi capcanlı. Karşımdalar ve havada sadece bir yanık kokusu var… Oysa ben gömülerimin çürüdüğünü ve kokuştuğunu düşünmüştüm… O kokuyla yeniden üzerlerine topraklar yığacağım diye düşünmüştüm. Şimdi havada ve ciğerlerimde keskin bir yanık kokusu var… Kalbimin yanığı. Gençliğimin yanığı. En güzel günlerimin, neşemin, kahkahalarımın, en büyük sevdalarımın, babamın yanığı…

….


Ozan… Sensiz kalırsam bir daha nefes alamayacağımı, senden sonra tek bir adım bile atamayacağımı düşündüğüm adam. Yoksun… Binlerce kez nefes aldım, kilometrelerce koştum. Yoksun… Arkama hep dönüp baktım. Yoksun… Ozan… Hala beni bekliyorsun. O kadar hızlı koştum, o kadar uzun yol aldım ki; elimi uzatsam da tutamazsın…


….

Ablam evlendi. Babam artık benim babam değil. O dev gibi adamın yüzüne artık gözlerimi dikemiyorum. İlk defa ondan korkuyorum. Tedirginim. Bahar çiçeklerinin kokuları sarmıyor artık evimizi. Alkol kokusu her hücremize işledi.

Bir yılbaşı gecesindeyiz. Penceredeyim. Ablamın evi tam karşı caddemizde. Işıklarını izliyorum sessizce. Bir yılbaşı gecesi… Umutlarım yok. Ailem yok. İçeride sesler giderek yükseliyor. Odamın ışıklarını kapatıp, bir sigara yaktım. Ağladığımı sigaramı ağzıma götürdüğüm zaman elime damlayan o damlayla fark ettim. Ağlıyorum. Oysa ben ağlamayı da bilmezdim ki… Ağlıyorum…. Sigaram bitti. Bir yılbaşı gecesi. Hava soğuk. Üşüyorum. Beni hiçbir cehennem ısıtmıyor… Bir yılbaşı gecesi. Sesler giderek yükseliyor. Yorganımın içine gömülüp, bir kedi gibi kıvrılıyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Ben ağlamayı hiç bilmem ki… Bir yılbaşı gecesi. Sesler giderek yükseliyor. Bir şeyler kırılıyor duyuyorum. Kalkamıyorum yerimden sadece ağlıyorum. Annem bağırarak ağlıyor… Ben hiç yüksek ses de bilmem ki… Birden sesler kesiliyor. Çıt çıkmıyor evimden. Bir yılbaşı gecesi. Korkuyorum bu kez sessizlikten. Usulca kalkıyorum. Ellerim, dizlerim titreye titreye elim kapı kollarına uzanıyor. Salonun kapısındayım. Bir yılbaşı gecesi. Kapıyı dakikalarca açamıyorum. Sessizlik büyüyor. Kapıyı açamıyorum. Açarsam fırtınanın ortasına dalacağım ve savrulacağım. Biliyorum. Bir yılbaşı gecesi. Korkuyorum. Kapıyı açıyorum.Ellerim, dizlerim titriyor. Yürümüyorum sürünüyorum. Bir yılbaşı gecesi. Annem yerde yatıyor. Elleri başında.İçin için ağlıyor. Ben annemin ağladığı hiç bilmem ki… Bir yılbaşı gecesi. Hayatım yıkılıyor başıma. Korkuyorum. Annemin elleri kan içinde. Ben hiç kan görmedim ki. Bir yılbaşı gecesi. Korkuyorum. Hayatım avuçlarımdan kan içinde akıp gidiyor….

Bir film izler gibiydim. Oyuncuların yüzleri ne kadar tanıdık. Ama sadece yüzleri. Başroldeki adam benim hayatımın kahramanına ne çok benziyor. Kadın bir zamanlar ne kadar genç, güzel ve mutluydu. Şimdi yerde. Elleri başında. Avuçları kan içinde. İçin için ağlıyor. Bu filmi hiç sevmedim. İzlemek istemiyorum. Başıma görmediğim bir el silahını dayamış, sonuna kadar izleyeceksin diyor…

Hiç konuşmuyorum. Bir yılbaşı gecesi. Korkuyorum ve sesim istesem de çıkmıyor. Karabasanlar içinde uyanmayı diliyorum. Bir yılbaşı gecesi. Yere eğilip annemi kaldırıyorum. Yüzüne bakamıyorum koltuğa çökmüş masal kahramanımın… Banyoda yüzünü yıkıyoruz annemin. Hiç konuşmuyoruz. Konuşamıyoruz. Odama dönüyorum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir yılbaşı gecesi. Gözlerim pencereden dışarıya dikili, şuursuzca bakıyorum. Odamın kapısı açılıyor birden bire. Tekmeyle… Benim odamın kapısı tekmeyle açılmayı bilmez ki… Benim masalım böyle değildi ki… Kahramanımın elinde kocaman bir sopa. Ona bakıyorum. Duymuyorum hiçbir şey. Anımsamıyorum. Yerdeyim. Benim babam bana hiç vurmaz ki… Sopa iki parça halinde düşüyor yere. Belimde anlık bir acı. Hissetmiyorum. Annem bağırıyor. Sadece bunu duyuyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Dev gibi adam. Tutamaz ki narin annem. Masalım bitiyor görüyorum….

Bir yılbaşı gecesi. Önünden geçerken bile ürperdiğim karakolun kapısından içeri dalıyorum…

Nasıldı masalın başı?


Unutmak insanın içinde kocaman bir boşluk yaratır. Eğer o boşluğu dolduracak bir şey hazırlamadıysanız, yine o boşluk içinde kaybolup gidersiniz. Unuttum demek aslında o boşluğun karanlık dehlizlerinde kayboluşun başlangıcıdır. Sonun başlangıcı…

Hiç rahat/geniş bir insan olamadım. Her şeyi planlamak, sıraya koymak, tek başıma hemen hemen her şeyin üstesinden gelebilirim düşüncesiyle yoğurdum kendimi. Hayata hep müdahale edebileceğim saçmalığına o denli alıştırdım ki kendimi; içinde bulunduğum an’a nasıl geldiğimi “unuttum”…

Unutmak? Unutmanın yaratacağı boşluğu dolduracak olanı belirlemeden unutmak… Dikkat ettim de ben kendimi anlatmayı da doğru düzgün beceremiyorum. Öyle kendini denize hesapsızca atıveren bir balık gibiyim. Ya da damdan kendini boşluğa bırakan küçücük bir serçe kuşu gibi… Yüzebilecek miyim? Uçabilecek miyim ? Hiç hesaplamadan, umarsızca…

Elbette benim hayatım böyle acılı Adana kıvamında değildi. Ne yalnızdım, ne parasız nede savunmasız bir kız çocuğu gibi peydahlanıvermedim ben ortaya. Aksine; pek çoğunuzun imreneceği kadar harika bir hayatım vardı. Ama gel gör ki, hayata neyle ve nasıl başladığın değil; nasıl ve nerede devam ettiğin önemli…

Ülkenin en güzel kıyı şehrinde, en güzel ve varlıklı semtinde, oldukça varlıklı bir ailenin küçük kızıyım(dım) ben. Barbi bebeklerinin sayısını bile bilmeyen, kırmızı rugan ayakkabıları ve kabarık etekli pırıl pırıl elbiseli küçük bir prenses(tim). 20’li yaşlarıma kadar babamın (baba demek ne kadar kolaydır değil mi? Bir bebeğin ağzından şuursuzca ama ilk çıkan kelime… Ba-ba… Ba-ba… Oysa ne çok acıtıyor artık canımı bu kelime…) kucağında şen kahkahalar atan şımarık küçük bir prenses…

Sahilin iki sokak arkasındaki 4 katlı apartman dairesinin ilk katı idi evimiz. Hani Amerikan filmlerindeki geniş verandalı harkulade tek katlı evler vardır ya; tıpkı onlar gibiydi evimizin girişi. Verandadandı evin girişi. Kocaman geniş 3 basamaklı bir veranda. Sağında çadır gibi olmuş yasemin ağacı, solunda neredeyse tüm apartmanı sarmış büyüklükte bir Begonvil… Yasemin kokularıyla geçirdim çocukluğumu… Babam; 3 çocuklu bir ailenin tek ve ortanca oğluydu. Zor geçirilen bir çocukluk evresi de olsa mal varlığı henüz çok gençken ona hayatın tüm nimetlerini sunmuştu.

Şimdi kalkıpda taaa annemle babamın evlenme evrelerine kadar inecek değilim. Evlenmişler işte. Aşkla… Her akşam içilen 2 kadeh rakının günün birinde biz hiç hissetmeden aniden onu alkolik bir adama dönüştüreceğini hiç bilemedik. O rakısını içip, bize hikayeler anlatırken şen kahkahalarla gülüp eğlendik.

Şehrin en güzel semtinin en güzel okullarında liseye kadar gayet güzel tamamladım eğitimimi. Üniversite ise benim için liseden farksızdı. Aynı şehirde yine hem şehrin hem de ülkenin en güzel ve sayılı üniversitesinde tabiri caizse “adres belli olsun” zihniyetinde okudum. Benim için ne okuduğum bölümün önemi vardı ne de okuyor olmamın… Eğleniyordum ben. Şimdilerde “hayat sana güzel” söyleminin en güzel örneğiydim. Harika bir ailem, bol param ve üniversiteye başladığım için bana hediye edilen güzel bir de arabam vardı. Nerde akşam orda sabah değildim ama yine de oturaklı bir kız olmadım hiç …

“Canan” yani Ozan da benimle aynı bölümde idi. Daha okula ilk başladığım hafta farklı bölümden biriyle çıkmaya başlamıştım. İstanbullu ufak tefek bir çocuktu. Ama oldukça sıkıcı ve çocuk karakterli biriydi. Güçsüzlere karşı hiç tahammülüm yoktu ve neredeyse 2 hafta sonunda ayrıldık. Ozan… Karşıdan beni izler, durduk yere benimle inatlaşır ve hır çıkarırdı. Doğam gereği hiçbir lafın altında kalmaz onunla sürekli didişir dururdum. “Her aşk bir kavgayla başlar” diyen o aptal teoride  olduğu gibi çok geçmeden biz de deli gibi aşıktık… Benim gibi aynı şehirde yaşayan ancak normal gelir düzeyi olan bit ailenin tek erkek çocuğuydu. Annesi hastalık derecesinde ona düşkün ve nazlı bir kadındı. Halim selim ve sakin bir yapıya sahip babasına oranla, annesi tam bir cadalozdu. Ve beni hiçbir zaman benimseyip sevemedi…

Babamın giderek alkol oranını arttırmasını görüyor ama anlayamıyordum. Ailemizde hiç yüksek sesle konuşulmazken, yüksek ses boyutunu aşıp kavgaya dönüşen dialoglar giderek çoğalıyordu. Mal varlığımızın tükeniyor olduğunu ne babam bize söylüyordu ne de biz görüyorduk. Refah düzeyimiz ne kadar yüksek olursa olsun, burnu büyük ve şatafatlı bir hayatımız olmadı. Sadece yeterli düzeyden fazla paramız vardı ve o normlarda yaşıyorduk.

Çok sonraları öğrendim ki; babamın işleri iyi gitmemiş, zevk için her akşam içilen bir iki kadeh giderek kederden içilmeye, yalnızlığa, paylaşmamaya, ailesini korumak ve üzmemek adına kendine çekilmeye, borç batağına düşmeye doğru sürüklenmişti. Karakteri de değişti bu süre içersinde. Üzerimize titreyen o dev adam, giderek hırçınlaşmaya, kabalaşmaya ve bizlere el kaldırmaya başlayan, üstelik alkole artık kendini tamamen teslim etmiş bir adama dönüştü.

Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Ablamın evlenmesine haftalar kala babam iyice zıvanadan çıktı. Ayık olduğu zamanlar hiç yok gibiydi. Üstelik annem de artık bizimle birlikte değildi. Hiç alışık olmadığı bu adam onu çok fazla hırpalamış ve o da kendince haklı sebeplerle babamdan boşanmıştı. Ama ablamın evliliği o kadar yakındı ki kısa süreli de olsa görüntüde bir barış imzaladılar ve yeniden birlikte yaşamaya başladılar. Ama sadece aynı çatı altında, giderek şiddeti artan huzursuzluk ve kaoslar içinde…

Yüzüm gülmüyordu eskisi kadar sık. Ozan hayatımın tek anlamı idi. Okula gitsem de derslere girmiyordum. Kafeteryada Ozanın dersten çıkmasını bekliyordum. Derse girmem için elinden geleni yapıyordu ama ben onu dinleyecek kadar huzurlu değildim. Hayatım ( o zaman öyle sanıyordum, oysa hala dingin günlerde idim) bir yaprak gibi savrulup gidiyor, her esintide şekli değişiyordu.

Babasının kucağından hiç inmeyen mutlu küçük prenses sıklıkla onunla kavga etmeye başlamış, o dev gibi adamın karşısında küçüldükçe küçülmüş, onu tanımakdan uzaklaşmıştı. Canı yanıyordu prensesin… Gel-gitler yaşıyordu. Huzursuzdu ve masal giderek sona yaklaşıyordu…


Baba demek ne kadar kolaydır değil mi? Bir bebeğin ağzından şuursuzca ama ilk çıkan kelime…Ba-ba… Ba-ba… Oysa ne çok acıtıyor artık canımı bu kelime…
 

W3C Validations

Cum sociis natoque penatibus et magnis dis parturient montes, nascetur ridiculus mus. Morbi dapibus dolor sit amet metus suscipit iaculis. Quisque at nulla eu elit adipiscing tempor.

Usage Policies