KÜLPERİSİ
sitede internette

Nefes...




Yalnızlığın hikayesi işte bu. Küçücük, korkmuş, tedirgin, yalnız ama tüm bunlara rağmen –kendisine rağmen- güçlü görünmeye-durmaya- çalışan küçücük bir kız çocuğunun hikayesi …

Karanlıktan da korkardım ben yalnızlıktan korktuğum kadar. Şimşeklerden, gök gürültülerinden ve daha bir sürü çocukça şeyden de korkardım. O zamanlar çok daha büyük korkular beni derinlerde korkuturken, yüzeydeki her türlü korku izini siliyordum bir bir. Yaşadıklarımın ne olduğunu kavrayamıyor, anlam veremiyor ama iç sesimle sürekli kavga ederek korkularımı red ediyordum. Kabullenseydim korktuğumu ve güçlü görünmeye çalışmak yerine tüm güçsüzlüğümü gösterseydim… Öyle işte…



Vakit henüz çok erkendi ve bar daha açılmamıştı bile. Bir süre şehrimin sokaklarında dolandım durdum. Başım, bu kovalamacadan dönünce arabayı otoparka bıraktım. Kendi gölgemden kaçma çabam bu kez yaya sürüyordu. Upuzun caddenin her sokağına öylesine girip çıkıyor, beni öldürmeye çalıştığını düşündüğüm zamanı fütursuzca ben öldürüyordum. ( Sen öyle sanıyordun. Zaman seni hep öldürdü ve her raunda o 1-0 önde başladı.)

Nihayet bar açılmıştı. Sağıma soluma hiç bakmadan, gidip her zaman ki gibi en karanlık, en kuytu, en yalnız köşeye geçtim. Bar dediğime bakmayın siz. Şehrimin en gözde mekanlarından biriydi burası. Denize karşı akşamları canlı müzik eşliğinde yemek yiyip bir iki çift laf edebileceğiniz ama gecenin ilerleyen saatlerinde de coşabileceğiniz türden yerlerdendi aynı zamanda da.

Midem yanmaya başlayınca, o saate kadar hiçbir şey yemediğimin ve sadece kahve içtiğimin farkına vardım. Bir iki aperatif söyledim kendime. Karnım biraz doyup, midemin yanması geçince fark ettim ki; Cem içeri girdiğim ilk andan beri orada beni bekliyordu. Ne yaptığımı, hareketlerimi, yüzümdeki ifadeyi bir bir anlatmıştı daha sonra. Önümdeki kadehten aldığım ilk yudumdan sonra bardağı elimden bırakırken göz göze geldik. Yüzümdeki şaşkınlığı o an nasıl sileceğimi bilemedim.

Onu gördüğümü fark edince, oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. Bir sürü özür içeren ve onu affetmem için süslü cümleler kuracağını düşünürken karşılaştığım davranış şekline hiç alışık değildim.( Şaşkınlık ve hoşlanma arasında gidip gelen duygularını ne diye bastırdığını ve neden bu kadar acımasız olduğunu hiç anlamadım ki ben senin)

Ne selam ne sabah. Kolumdan sertçe tuttu ve “yürü hadi” dedi. Kendimden hiç beklemediğim şekilde uydum bu emre.( hııııı anlık bir boşluktu o) “Hesap” diyebildim sadece kendim bile duyamadığım bir tonla. “Hallettim ben yürü” dedi. O an, yapmak istediğim tek şeyin peşinden usulca gitmek, hiç sesimi çıkarmamak ve bana baktığı ilk anda boynuna atılıp saatlerce ağlamak istediğim olduğunu fark ettim. ( Keşke yapabilseydin bunu. Keşke tutunabilseydin ona. Zırhını ne ara çantandan çıkarıp giydiğini, sana bu denli yakın olan ben bile fark edemedim. Gerçi Cem sana çok da uygun biri değildi. Kim bilir belki o, senden çok daha yaralı ve sana, senin ona olandan çok daha ihtiyacı olan bi adamdı. Belki de bunu ben göremedim de sen gördün. Beni giderek sorulara boğuyorsun.)

Arabasını neredeyse kapının önüne park etmişti. Beni ön koltuğa oturtup kapıyı kaparken,  sanki kaçacakmışım da korkuyor edası vardı. Karşımdaki insanın korkularını ve tedirginliklerini hissettiğim zaman canavarlaşıyordum resmen. Yine de o an hırçınlaşacak kadar kuvvetli değildim. Uzun süre ikimizde konuşmadık. Zaten benim de konuşmaya hiç niyetim yoktu. Bu sinir harbinin, bu soğuk savaşın nereye varacağı daha çok ilgimi çekiyordu. Bir süre gittikten sonra denize en yakın yere yanaştı. Arabadan indi ve sürükler gibi beni de çıkardı. Eli kolumu o kadar çok sıkıyordu ki canım yanınca ittirdim. “Kes artık” dedim. Fitili ilk ateşleyen yine ben oldum. Öyle bir bağırmaya başladı ki sadece izledim onu. “Nesin sen ? Kimsin ? Kim şımarttı seni bu kadar? Nasıl ulaşacaktım sana? O kalın kafan hiç mi düşünemedi bazı şeyleri. Bu kadar öfkeleneceğine, kendi kendine hikayeler yazacağına, sana not bıraktığım çocuğa bağırıp çağıracağına bi dinleseydin. İnsan gibi bi sorsaydın ne kaybedecektin?” Habire bağırıyordu. Bir yerden sonra duymamaya başladım. Tepkisiz, soğuk, şaşkın bakışlarım geziyordu üzerinde. Söylendi söylendi söylendi…

Onu dinlemediğimi anladığı zaman sustu. Gözleri kocaman, kirpikleri upuzun ve kendine çok yakışan çilleri vardı. Kıpkırmızı olmuştu yüzü. Benden uzundu. Spor yaptığı her halinden belliydi ve çok özenli giyinmişti. Ona hiç söylemedim ama çok da güzel kokuyordu. Hep öyle koktu. Kokusu bana hep huzur verdi. Hiç bilmedi bir tek onun yanında korkmadığımı. Hiç bilmedi huzurla kokladığımı onu. Ondan bana bulaşan sevgiyi yüzlerce kere silmeye çalıştım ama beceremedim. Ozan’ dan sonra yürüyemeyeceğimi, nefes bile alamadığımı zannederken, Cem’e karşı bu hissettiklerim ihanet ediyormuşum hissi yarattı içimde. Kaçtım….

“Bitti mi?” dedim. Yüzüme baktı sadece kocaman gözleriyle. Bu boşvermişliğim ve aldırmazlığıma ne sebep bulamıyordu ne de isim koyabiliyordu biliyordum. Çaresizce iki yana açtı ellerini. Aşıktı görüyordum. ( Kaç dedin yine. Kaç, uzaklaş benden.) Avuçlarımın içinde sıkacaktım kocaman yüreğini biliyordum. “Doymadım ben daha. Kokoreç sever misin sen ?” Sonra anlattı bana, hayatımda hiç bu kadar sevimli bi bakış görmemiştim diye. Kocaman gözlerine kocaman bir de gülümseme ekledi. “Delisin sen! Hadi yürü bildiğim harika bi yer var bayılacaksın”

Bir kuş kadar hafiftim arabaya binerken. Aylardır içimi kasıp kavuran ateşi gözleriyle söndürüyordu. Sakindi. Olumlu, uyumlu, mantıklı… İstanbulda Kamu yönetimi okumuş, iyi derecede Fransızca ve İngilizce bilen çok zeki bir adamdı. Ailesine ait oteli yönetiyordu. Aile kavramı onun için, bana oranla çok daha farklı şeyler ifade ediyordu. Belki de sırf bu yüzden saatlerce onu dinlerdim. “Bana bir masal anlat baba” der gibi…

Çok güzel bir geceydi. Birlikte çok salaş bir yerde kokoreç yedik. Biralarımızı alıp, sahilde ay’a karşı şerefe dedik. Çok uzun zamandır kulaklarıma gelmeyen kahkahalarımı yeniden duydum. Kendini anlattı bana. Çocukluk hatıralarını, üniversite yıllarını, işini… Hiç soru sormadı. Beni ürkütmekten, kaçmamdan korktuğu her halinden belliydi. Farkında mıydı hala bilmiyorum ama bu davranışı beni ona bağladı.

Gece yarısını geçiyordu vakit. “Hadi” dedi. “Bu gece her şeyi konuşursak yarına ne kalacak? “ Yüzümdeki kocaman gülümseme silindi. “Tamam” dedim. “Arabama bırak beni” “ Deli olma” dedi. “Seni bu saatte geri döneceğinden emin olmayarak nasıl bırakırım? Benimle geleceksin ve ben evine girdiğinden emin olacağım.”  “Ama arabam ?” dedim. “Yarın gelir alırız. Hem bu kez sen bana kokoreç ısmarlarsın.” İçimdeki bu sessiz boyun eğişdeki sebebi hiç sorgulamadım. Yol boyunca bana fıkralar anlattı. Ve ben o yolun bitmesini hiç istemedim…

BİL-Mİ-YO-RUM


Sabah kalktığında aynadaki “sen” i tanıyamamak, hayatın boyunca hiç görmediğin birine bakıyormuşçasına kayıtsız ve boş gözlerle bakmak… Olanca sessizliğe rağmen kulaklarında duyduğun bir sürü haykırış, saçma sapan tonlamalarda kahkahalar ve bitmek tükenmek bilmeyen hıçkırık sesleri… Başını duvardan duvara vurup hepsini bir anda susturmayı istemek… Akabinde başına geleceklerin şimşek hızıyla zihninde canlanması. Her yer kan. Her yer hüzün. Her yer, her şeye inat, sana inat ölümle yençeleşen hayat…

Hemen hemen her sabahım böyle başlar oldu. Kurtulamadığım yabancı yüzümden ve tanımadığım ürkütücü seslerden kurtulabilmek için, başımı duvara vurmak yerine kendimi mabedin ıssızlığına atıyordum. Bu da öyle bir sabahtı. Hatta bırak sabahı; sabaha kavuşmaya çalışan gecenin son adımlarına denk gelen saatlerdi. Bir süre daha bekleyip en azından güneşin soluk da olsa bir ışığını, hem benim hem de yeryüzünün karanlığına ulaştırması için bekledim. Küçük termosuma kahvemi de koyup birlikte mabede gittik. Ne kadar yürüdüm bilemem ama Cem’e gitmek için vakit gelmişti…


Dakikalarca o aptal otelin önünde bekledim. Arabanın içinde oturmaktan sıkılınca inip, arabanın çevresinde onlarca tur attım. Sinirlerime hakim olamıyordum zaten son zamanlarda ve şu durumda da olmak çok mümkün değildi. Hırsla otelden içeri girip Cem’i sordum. Yaklaşık bir saat kadar önce kahvaltıyı dışarıda yapmak için konuklarıyla birlikte çıktıklarını duyduğum an tüm hırsımı gözlerimden fışkıran alevden ödü patladığı her halinden belli olan görevliden çıkardım.

Arabaya kadar nasıl gittim, kontağı nasıl çevirdim ve mabede ne zaman geri döndüm, orada ne kadar kaldım, ne yaptım?.... BİL-Mİ-YO-RUM!


Bu kez beklediğim şey gecenin sabaha kavuşmak için attığı son adımlar değil; günün geceye kavuşabilmesi için koşmasına yardım edebilmekti… Hava daha kararmamıştı ama benim daha fazla bekleyecek sabrım kalmamıştı. Yeniden arabaya bindim ve otele gittim. Resepsiyona yöneldim. Sabahki zavallı çocuk hala oradaydı ve daha ben kapıdan girerken eli telefonun tuşlarında gezmeye başlamıştı bile…

Zavallıcığın konuşmasına hiç izin vermedim. Önüne dikildim ve o gece şehrime gideceğimi ve eğer yaptığı terbiyesizliğe dair affedilme gibi bi düşüncesi varsa Cem’in beni şehrimdeki barda bulabileceğini söyleyip; barın adını ve yerini söyledim. Sonrada arkama hiç bakmadan arabama binip şehrime tam gaz yola çıktım… (Alıksın kızım sen dediğim anlarda bana kızıyorsun ama ALIKSIN! Çocuk nasıl haber verecekti sana? O zaman herkesin cebinde telefon mu vardı? Hadi onda vardı da sende olmadığı gibi sabit numarana da sahip değildi zavallıcık. Nasıl ulaşacaktı sana? Ahahahaha ay çok güldürüyorsun sen beni. Öfkene ve hırsına yenildiğin anlarda yaptığın şuursuzluklar ve çocukluklar giderek büyüyor ve ne yazık ki beni çok korkutuyor….)

Hangi Kurşun Senindi?


"Hep alçak sesle konuşan biri de vardı ki; kederini soylu kılmak için yüreğindeki kurşun yarasına, aşktandır derdi"

Yapraklar düşüyor ömrümden...


Bu baş ağrılarım beni çileden çıkarıyor. İçimde ki huzursuzluk dinmek bilmiyor. Gözümü tek bir noktaya dikip dakikalarca düşünüyorum. Ya da düşündüğümü sanıyorum. Oysa ihtiyacım olan şeyin bu olmadığını biliyorum. Kocaman bir boşluk içinde kendime gidecek bir yön bulmaya çalışıyorum. Boşluklar içinde bomboş olmak...

Uzun ve sağlı sollu sıralanmış, başları göğe değecekmiş gibi duran kocaman ağaçlar... Yürürken, ayaklarımın altındaki sararmış yaprakların ve kuru dal parçalarının çıkardığı çıtırtı sesleri. Nefes alışımın sesi kulaklarımda. Derin. Uzun. Oksijenin burnumdan içeri süzülüşüyle başlayan beden yolculuğu. Ciğerlerime keskin oksijen ve sigara dumanının aynı anda erişme çabası. Hangisi daha yakıcı? Bu yakıcılığa eşlik eden ve her ikisinden çok daha fazla yakan, acıtan, kasıp kavuran daha pek çok şey daha... Boşluğumu doldurmak için kaçtığım gizli mabet...

Sessizlik. Hiç bitmeyecekmiş gibi, kulaklarımda feryat figan bağıran sessizlik. Mabedin toprak yolunda ağır adımlarla yürürken, önümde akıp giden ve sadece o anlarda gerçekten gülümsediğim, geçmişimin vizyondan kalkmış filmi... Zaten tek izleyicisi de benim. Her adımda önümde uzanan geçmişime yetişme çabası. Adım attıkça benden uzaklaşan, ben yalvarıp ağladıkça kulakları sağır edecekmiş gibi kahkahalar savurarak kaçan geçmişim... Korku trenine binmişcesine korktuğum, korkuyla karışık kahkahalar savurduğum, asla bitip tükenmeyecekmiş kadar uzun upuzun tünelin ucundaki mum alevinden daha soluk ışık...

Bugün olsa asla tek başıma gidemeyeceğim, gitmekten korkacağım o mabedin sonsuz sessizliği çalan telefon alarmının sesiyle bozuldu. Sanki elimde bir kumanda varmışcasına izlediğim filmi kapadım. Gözlerimden aktığını bile hissetmediğim gözyaşlarımı elimin tersiyle silip, burnumu çektikten sonra saçlarımı da düzelttim. O kadar çok yürümüş ve o kadar çok girmişim ki bana kucak açan bu mabedin derinliklerine, geri dönüş yolunda fark ettim bunu. Ağaçların dallarıydı beni sımsıcacık sarıp sarmalayan ve kendimi güvende hissettiren... ( Bu güveni ve sıcaklığı o gün bir kez ve gerçek olarak Cem'in gözlerinde de bulacağını bilmiyordun. Hoş gerçi o gün bunu görüp, hissettiğin anda da korkmuştun sen. Kedinin fareyle oynadığı gibi oynayacaktın Cem ile. Canını yakanların tüm hırsını ondan alacaktın. Çok üzülecek, kendinle savaşacak ama yine de yapacaktın. Cem... Ah Cem... Uzaklaş benden diye yalvaran sesini yine sadece ben duyacaktım...)

Adımlarımı hızlandırdım ve Cem' e doğru yola çıktım. Ayağım gaz pedalını kavradıkça kendimi sebepsizce ve gereksizce özgür hissederdim. Ve yine öyle oldu. Müziğin sesini sonuna kadar açtım. “Bana esmeyi anlat.....”

Çivi Çiviyi Söker/Mi?


Eski. Ve yırtık. Ve solgun. Ve durgun… Yine, yeni, yeni baştan sonu bildik nağmeler… Hırs mı? İntikam mı? Kendimden mi? Senden mi? Benden mi? Ondan mı ? Bizden mi? Birbirinden farklı ama cevabı hep aynı…

Hiç konuşmadık kadehler bitene kadar. Ne o benim şaşkınlığımı yüzüme vurdu, ne de ben ona teşekkür ettiğime dair bir tek laf etmedim…

Gece sona erdi. Bense yerimden hiç kalkmadım tüm dinleti boyunca. Önümdeki kadehin hiç bitmemesini diledim. Hiç de bitmedi zaten. O bitti, birileri hiç sormadan, teklif etmeden, sahibine itaatkar bir köpek gibi verilen emri eksiksiz yerine getirdi…

Her kes dağılmaya başlayınca yerimden kalkmak için yaptığım hamle, gözlerini benden saatlerdir hiç ayırmayan Cem’in otur diye emreden bakışıyla mat edildi. Neden itaat ettiğimi de bilmiyordum ama kalkacak kudreti o an bulamadım kendimde. (Hadi ordan be! Her kese bunu yutturabilirsin ama, bana asla :) Kalkmadın çünkü; Cem’in bakışlarında ki yakarış hoşuna gitti. Kalkmadın çünkü; Cem’i daha o koltuğa oturduğun ilk anda elde ettiğini biliyordun. Kalkmadın çünkü; yaralarını saracak sakin bir limanı görüyordun!)

Bir bir boşaldı koca otel. Ne yerimden kalktım, ne de tek bir cümle kurdum. Cem; tüm misafirleriyle tek tek ilgilenerek uğurladı ve çok muhterem konuğu da odasına yerleştirip elinde kahvelerle geri döndü.

“Sade” dedi. “Nasıl içtiğini bilmiyorum ama duruma en uygunu bu gibi geldi.” Sesim hiç çıkmadı yine. “Sağol” dedim. Tek kelime etmedik. Sessizce içtik kahvelerimizi. Geceyarısını geçeli çok olmuştu. Benden beklemediği kadar hızla ve yine beklemediği kadar ayık olarak dikildim ayağa. “Teşekkür ederim” dedim ve kapıya yöneldim. Benden daha çevik ve ayık olduğunu kanıtlamak istercesine kapıyla aramda bitiverdi. “Ben bırakayım, bu saatte taksiyle uğraşma” dedi. Attığım kahkahanın sesinden kendim bile ürktüm. Boşalan lobide çınladı resmen sesim. Yüzünde ki ifade, neden güldüğümü anlamadığının en açık ibaresiydi. “Benim arabam var! Sağol “ dedim.

Birbirinden telaşlı adımlardı bizimkiler. Ben arabaya doğru yürümüyor resmen koşuyorken, o; bana ne diyeceğini bilememekle bana yetişmek arasında bocalayarak giderek hızlanıyordu. Arabanın kapısını açmamla kapının kapanması da bir oldu. “Dur artık, yoruldum” dedi. Ne var, ne istiyorsun der gibi baktım yüzüne. Küfreder gibi. Küçümser gibi. Bana daha fazla köle olman lazım der gibi…

“Bu gece sesini nerdeyse hiç duymadım. Yarın konuğu gezdireceğiz katılmak ister misin ? Hem sesini de duyarım belki böylece?” Hiç tereddüt etmeden “Tamam” dedim. (Yapacak daha iyi bir işin olmadığı gibi yalnızlığına yeni bir oyuncak olacağını düşünüyordun. Ama öyle olmadı…) Yeniden arabaya binip kontağa anahtarı soktuktan sonra, yine içindeki heyecanı dizginleyemeyen Cem’in cama vuruşuyla gülümsedim. Başımı gülümseyerek “yine ne var” der gibi iki yana sallarken, diğer yandan da camı araladım. “Sabah 10’ da lobide derken, sesinin titrediğini ve bunun beni ne kadar gereksiz bir şekilde mutlu ettiğini hiçbir zaman öğrenemedi… Ama ben emindim ki; ardımdan arabamın çıkardığı sesi dinleyerek de o mutlu olmuştu… Ve dakikalarca orada durup ardımdan baka kaldı…

“Zaman alışmayı öğretir” derdin hep baba… Bunu öğrenmek istemiyorum. Ben alışmak değil; seni, kendimi, her şeyi mi geri istiyorum….
…..

İzle! Gidişimi Yazıyorum Sana...


“Rakı istesem getireceksiniz sanki!” Kendim bile duyamayacağım şekilde sarf ettiğim bu cümlenin ardından, önümdeki çay bardağının kaldırılıp, yerine bir duble rakı konması arasında geçen süre, neredeyse göz açıp kapayacak kadar kısaydı...(Uzun süredir bu kadar şaşırmamıştın. Acaba diyorum bilseydin akabinde olacakları ve sana ne getireceğini bu kadar sevinir miydin ? )

Alışamadığım kentin beni boğan kalıplarında çok da sık rastlanmayan bir atraksiyon hazırladı benim kıytırık radyo. O zamanlar İstanbul da yayın yapan büyük bir radyonun, gece yarısından sonra buğulu bir ses tarafından sunulan  şiir programı vardı. Çalıştığım radyo da bu kanalı belli saatlerde naklen yayınlıyordu ve program müthiş dinleyici kitlesine sahipti. (Sanki sen bayılmıyordun :D) O buğulu ses, bu karanlık ve ıssız şehre bir gece şiir dinletisi için davet edildi. Önde gelen otellerden birinde bir hafta sonu gecesi için oldukça heyecan verici bir durumdu bu.... Benim içinde bir eğlence....

O kadar yitiktim o kadar savunmasızdım ki bunu görüyor ama kendime bile söyleyemiyordum. Bu alışmaya çalıştıkça uzaklaştığım yerde; pek çok insanın ağzını kulaklarına vardıran geceye bile ayaklarımı sürüye dürüye gittim... Siyah deri bir pantolon, dik yakalı beyaz bir kazak ve yine siyah deri montumla, buradakilerin çok da alışık olmadıkları çizmelerim benim için en kötü kıyafetti... ( Hadiiiiii dikkat çekmeyi hep sevdin sen! O koca şehirde bile yaşarken girdiğin yerde tüm gözler sana çevrilirdi. Ağzını hiç açmaz ilk 10 dakika üzerinde gezen gözlerin keyfini sürerdin...)

Oldukça zayıflamıştım ve şimdilerde sıfır beden denen ölçülerdeydim hemen hemen. Ne kadar silinmeye, yok olmaya çalışıyor ve gözlerden uzak köşelere çekiliyorsam da ; bir şekilde yabancı oluşumun da etkisiyle, gözler hiç istemediğim ve rahatsız olduğum şekilde; yüzümde, saçlarımda ve her yerimde dolanıyordu.( İçin için hoşuna gidiyordu ama... Yok olmak, görünmek istemiyorum demek koca bir yalan değil mi? Bu; kaybettiğini sandığını seni sana anımsatmıyor muydu ? )

Herkes buğulu sesin sahibi adamın  içine düşmek için otelin salonunda yerini alırken, ben ve radyoda çalışan bir kaç kişi lobide oturmayı yeğledik. Lobide ki koltuğa oturmamış resmen yayılmıştım...Bir kaç saat sonra otelin sahibi olduğunu öğreneceğim Cem tam karşımda oturuyordu ve beni yeterince sinir edebilecek bakışlara sahipti...(Yakışılıydı be resmen çocuk) En kaba haliyle her kese tek tek ne içeceğini sordu. Sıra bana geldiğinde “Siz dedi. Siz küçük hanım ne alırsınız?” Çok sinirlendim. Yanıtlamadım ve yüzüne hiç bakmadım... (Onun senin olacağından emindin) Gözlerinin yüzümde olduğunu ve her kıvrımında gezdiğini biliyordum. Yineledi: “Size sordum küçük hanım! Ne içersiniz?” En nefret ettiğim şeyi, bana karşı ısrarcı ve yüksek sesle konuşmaması gerektiğiniz henüz bilmiyordu. (Henüz!!!)

Durdum. Gözlerimi gözlerine diktim ve; “küçük hanım gelince sorsanız? Sanırım sizi duyamayacak kadar uzakta “ dedim. Güldü . Kocaman oldu yüzünde gülümsemesi. Şaşırdım. Oysa niyetim onu kızdırmak ve hır çıkarmaktı. Peki dedi. O zaman küçük hanım gelince siz sorar mısınız ne içecekmiş?. Hiç istemesem de gayri ihtiyari benimde yüzümde kocaman bir gülümseme oturuyordu artık. Her ikimizinde gülümsemesi giderek kahkahaya dönüştü. Tüm soğukluğumu yeniden geri getirerek; çay dedim birden bire. Ve bu kez o çok şaşırdı.... ( Bukalemun gibiydin çünkü. Buna alışabilmesi epey bir zamanını aldı Cem'in... Med-cezirlerine alışırken bir yanda da seni sevdiğini kendine itiraf edemiyordu.) Bu şehre yakıştıramadığım kadar lüks, özenli ve güzel otelin,yine bir o kadar şık, özenli ve kibar elemanı çaylarımızı getirdi...


“Rakı istesem getireceksiniz sanki!” Kendim bile duyamayacağım şekilde sarf ettiğim bu cümlenin ardından, önümdeki çay bardağının kaldırılıp, yerine bir duble rakı konması arasında geçen süre, neredeyse göz açıp kapayacak kadar kısaydı... Gözlerim, gözlerimi bekleyen gözüne ilişiverdi. Fark ettim ki onun da çayı gitmiş yerine bir duble rakı konmuştu...
…......

Bana bir masal anlat baba....


“Hadi git... Ardından böyle kalırım... Çileden nasibim var mı? Hadi git... Anılarla oyalanırım... Maziye gözlerim dalmış...” (Mazide falan değilsin sen. Kendine gel. Farkında bile değilim günlerin nasıl ve ne şekilde geçtiğinin derken bile kendini kandırıyorsun. Hayatını örüyorsun, biliyorsun. İlmek ilmek, desen desen örüyorsun. Seçtiğin bu desen o kadar karışık ve o kadar zor ki... Neden beni dinlemiyorsun? Hiç kimsenin yapamadığını/yapamayacağını kendine sen yapıyorsun. Yaşamak diyerek ölüyorsun...)

Beynim değil ama bedenim yenik düştü sonunda bu kavgaya. 3 günden fazla ateşler içinde uyudum. Bir kaç kez bedenim zorlasa da bu sefer beynim verdi uyu emrini. Beynim ve bedenim kıyasıya mücadele de... Kabuslar görüyorum kısa metrajlı filmler gibi... Birbiri ardına ekleniyorlar. Tanımadığım yüzler, bilmediğim sesler arasında aşina olanları görmeye, duymaya çabalıyorum...

3 günden fazla savaştım. Galibi olmadan sona erdi savaş. Hiç bir taraf, bir diğerinden daha üstün gelemedi. Uzlaşmaları zaten mümkün değildi. OZAN; her kabusumda hem tanıdık hem de yabancı bir sima olup dikildi karşıma. Bağırmak, küfretmek istedikçe sesim yitti gitti boğazımda. Kulaklarım sağırdı, gözlerim kör... Vurmak istedikçe ona doğu attım adımlarımı. O hep daha uzağa gitti. Koştum... Hırsım ayaklarımdan daha güçlüydü. Ben yaklaşmaya çalıştıkça o; hep çok daha uzağa gitti.... (Yakalasaydın ne yapabilecektin ki ? Vurabilecek miydin? Küfredebilecek miydin? Küçücük bir kız çocuğu gibi ağlayacak,sarılacak ve yine seni seviyorum diyecektin!)

Kafamın içinde konuşan bu sesi susturamıyorum. Haklı olduğu için mi yoksa uğraşmaya değer bulmadığım için mi?

Bana yine bir masal anlat baba... İlk sarhoşluğumda ki gibi uzan ve saçlarımı okşa.... Gözlerini kapa de.... Hiç bir şey düşünme ve uyu de...Gülümse yine bana... İçimi ısıt hadi baba! Bana yine çocukluğunu anlat. Çocukluğumu anlat.... İçine çektiğin saçlarımın kokusunun tıpkı yaz günlerinde yediğin kavunlar gibi koktuğunu söyle bana... Kokulu kavunum de hadi bana yeniden baba! Konuş baba! Sesini kim çaldı?

….........

Üşüyorum...


Başım dönüyor... Sigara üzerine sigara yakıyorum. Uyku düzenim tamamen bozuldu. Yorulmak istiyorum. Kendimi sürekli meşgul edecek, yoracak şeyler arıyorum. Bunu çalıştığım işler beceremezse, geceyi sabaha kavuşturma işine ben gönüllü oluyorum...

Şehrime gidip gelişlerim sürüyor geceleri. Hırsızcılık oynuyorum. Tıpkı bir hırsız gibi; bana ait olmayan ve hiç olmayacak, bende ki duruşları saniyeler sürecek mutluluklar, gülümsemeler ve en çok da kadehler dolusu alkol çalıyorum...

Yooo hayır. Bağımlı olmadım merak etme. (Bana mı dedin ?) Bağımlılığın nasıl bir şey olduğunu hepinizden çok yaşadım ve gördüm. O kadar zavallı olmadım. Kendimi kaybetmek, unutmak istediğim doğru. (Sadece ben duyuyorum, sadece ben hissedebiliyorum içindekileri. Nasıl korktuğunu, kendini kaybetmek istesen bile aslında bunu bile tam manasıyla istemediğini biliyorum. Geçecek diyorsun kendine. En fazla bir kaç gün sürecek diyorsun ve sadece ben duyuyorum. Ben de sana sesleniyorum. Ama beni fark ettiğin günden beri, bana doğru olan tüm duyularını kapadın. Korkma diyorum sana... Kalkanların ince. Kalkanların zayıf. Kalkanların zar...)

Aylar oldu ; ağlama nöbetlerini atlatamadım hala... Direksiyon, tuttuğum en sıcak el oldu. Deli gibi çalışıyorum. (Çalışmak mı? Ne yaptığın işin/işlerin farkındasın; ne de, ne yapmaya çalıştığının... Geçici bir süreç gibi görmeye çalışıyorsun içinde bulunduğun durumu. Oysa biliyorsun ki bu aylar, hatta yıllarca sürecek ve belkide dönüşü olmayacak uzun bir yol senin için...)

Nefesinin yeniden yüzüme değmesi için sahip olduğum her şeyi verebileceğim “canan” ı bile anmıyorum artık. “Canan.....” (Hadi! Söyle artık. Hadi sıyır at o melun adı dilinin ucundan. Hadi!)

Sus artık! Sus ve unutmaya çalıştıklarımı, unutacağımı sandıklarımı bana sürekli hatırlatıp durma yeter! Canımı yakıyorsun bu benden çok daha gerçek ve dürüst halinle. OZAN' ın adını zikredemeyecek kadar güçsüz değilim ben! Hiç olmadım! Olmayacağım! Hiç düşmedim şimdiye kadar. Yüzüm hiç değmedi toprağın o soğuk kucağına... Düştümse eğer şimdi; hiç kaybetmediğim gururumla kalkar, tenime bulaşan tozları en vakur halimle silkeler, yürümeye devam ederim... ( Ahahaha görmek istiyorum bu kareyi... O ismi söylemekle başladın doğrulmaya. Henüz kalkmış değilsin. Tenine sandığından çok daha fazla toz bulaştıracaksın. Bunu henüz bilmiyorsun...)

“Kim bilir neler neler geçti başımdan... Kimse böyle yalnız olamaz!” Baba! Evimizin önünde park ediyorum arabamı. Gözlerimi dikiyorum sıcacık evimizin ışıklarına... Evimiz sıcak. Evimiz huzurlu. Evimiz güvenli. Kulağımda bir daha hiç duyamayacağım sesin... Üşüyorum baba. Artık konuşamıyormuşsun. Ağlıyorum baba. Işığımız sönene kadar bekliyorum kapının önünde... Dönüş yolunu hatırlamıyorum... Geriye dönmek için patikalara savurduğum ekmek kırıntılarını bir bir kargalar yiyiyor baba! Üşüyorum!

Hayaller küle döndü. Dumanlarını izledim uzaktan bana ait değildiler.


Yeni yüzler, yeni insanlar, yeni işler, yeni bir gökyüzü… Her zaman olduğu gibi yüzüme o kocaman gülümsemeyi yapıştırmam uzun sürmedi. ( Yalancılık mı bu ? Yoksa riyakarlık mı? Hiç kimseye karşı değil, kendine karşı kocaman bir sahtekarlık!!!)

Ne varsa bana dair ben dediğim hepsini gömdüm! Kahkahalar atıyorum yeniden. Geziyorum, eğleniyorum, yiyiyorum ve içiyorum! ( Kahkahaların sahte! Kaybolmak istiyorsun bilmediğin bu topraklarda. Kendini öldürüyorsun kendinden bile saklaya saklaya… Geziyorsun! Ne geceler yeterince karanlık geliyor bunca karanlığının içinde ne de ardı ardına devirdiğin kadehler hafifletmiyor içindeki fırtınayı. Baştan sona yalan bir dünyanın içindesin göre göre, bile bile….)

Gittim! Hayaller küle döndü. Dumanlarını izledim uzaktan bana ait değildiler. (Her şey senin! Hiç kimse gülen yüzünün ardında içine akan gözyaşlarını görmesin diye savuruyorsun kahkahalarını. Ne getirecek seni kendine? Kime, ne zaman göstereceksin göz yaşlarını ? Mutluyum derken ne zaman titreyecek sesin ? Ne zaman gerçek olacaksın ? )

Serseri ruhuma teslim ettim kendimi… Nerde akşam orda sabah! Kaçtığım şehre gece yarıları hırsız gibi son sürat girdim. Yıllarca içinde yaşadığım, nefes aldığım, sevdiğim, sevildiğim o şehre ne kadar yabancıymışım… Bilmediğim ne çok sokağı, ne çok caddesi ve ne çok kadehi varmış… Daha önce ayak basmadığım o sokaklardan, caddelerden defalarca gelip geçtim. Tanıdık hiçbir simaya rastlamadan! Bildik hiçbir kokuyu duymadan! Ve yine bir hırsız gibi şehrimden yakalanma korkusunu içimde hissederek kaçtım… Bana bu kadar yakınken nasıl bu kadar yabancılaştı anlayamadım… (Sen hep duvara çarpmadan bu duvardır diyemedin. İlla ki burnun kanamalı senin. İlla ki acıyı içinde hissedeceksin. Kendini yitirdin. Sen; sen değilsin artık)

3 aydır seni görmüyorum. Çok kilo vermişsin. O koca dev erimiş öyle diyorlar. Çok korkuyorum baba! Ve hiç kimseye korktuğumu söyleyemiyorum…

Alışamadım ben bu kente...


Alışamadım ben bu kente. Alışamadım sensizliğe…

Ne zamanın en klasik tabiriyle fütursuzca avuçlarımdan kayıp gidişine, ne de üzerindeki hükümsüzlüğüme dair en ufak bir fikrim yoktu. Geceleri ve hafta sonları o soğuk, karanlık radyonun odasında; hafta içi gündüz sarraf vitrininin ardında kendime hediye ettiğim bu cendereye alışmaya çalıştıkça boğuluyorum…

Geride bıraktıklarımın görüş alanımdan giderek çıkması artık ilk günlerde ki kadar acıtmıyor hiçbir yerimi. Güneş bile başka doğuyor sanki bu şehirde. Ya ben sevmiyorum ya da burada doğsun istemiyorum. Birisi çok az ısrar etseydi “kal” deseydi belki hiç gelmeyecektim bu güneşi bile içimi ısıtamayan şehre…

Küçük bir yere adım attığınız ilk andan itibaren tüm gözler üzerinizdedir. Ne yaparsanız yapın birkaç çift gözün üzerinizdeki yapışkan ve çirkin baskısından kurtulamazsınız. Ama bu gözlerden bir teki bile tanıdık ve samimi değildir. Yalnızlığınız tahmin edemeyeceğinizden çok daha berbat falezlere dönüşür. Size bakan en sıcak göze kayıtsız şartsız teslim olursunuz. Korunmasızsınızdır ve sakin bir ses tonu bile kanamanızı durdurabilecek güçtedir.

Tıpkı böyle oldu… Her sabah önünden geçtiğim ve birkaç hafta sonra öğreneceğim akrabalık ilişkimizi bilmeden “günaydın” diyerek gülümseyen o bir çift sıcak göz ve sakin ses tonu ile bu ıssızlığımı giderebilecek bir grubun içinde buluverdim kendimi. Kızlı erkekli 15-20 kişilik gayet neşeli, gayet yaralı ve benim gibi o kadar kalabalık olmalarına karşılık yalnız bir grup… Kendimi hep manyak paratoneri ya da sorunlu paratoneri olarak görmem bir kez daha perçinlendi böylece…

Bu grubun kendimden sıyrılmama faydası olduğu kadar, kendimi zamansızlığa itmek için bir yeni iş daha bulmamda da faydası olmadı değil. Artık gündüzleri sarraf vitrininin ardında umutlarımdan daha parlak altın tartarken; geceleri paket bir muhasebe programının eğitimini verir oldum. Hafta sonları  radyoya devam…. (Her yeni iş en zor motifler gibi ördü hayatını ve sen müdahale bile etmedin göre göre; bile bile… Kimden neyin hırsını çıkardın? Kime ne kadar zarar verdin kendinden daha fazla? Her şey kaderdi deme bana. Her şey zaten yazılmıştı ben sessizce uydum deme! Sen; kaybolmak istedin. Sen unutulmak, unutmak istedin. Sen istedin.Sen sen sen sen sen ….)

İçimi ısıtmadı yeniden bana dönen arabam. Ama yeni dahil olduğum grup için oldukça ısıtıcı idi. Arabamda tanımadığım , tanımak istediğimden de çok emin olmadığım bunca insan olacağına; yine eksiden olduğu gibi sen ve ben olsaydık be baba! Yine birlikte bir pazar sabahı her kes uyurken ikimiz kaçıp gitseydik tadına doyamadığımız tavla partilerine…

Neye nasıl sararsan sar, iyileşir mi içindeki o yara ?


Özlediğim şimdi çok uzaklarda...


Hafta sonları kordonda yürümenin zevki, martıların garip çığlıkları arasında yükselen neşeli kahkahalarım, vapurla karşıya geçerken saçlarımın denizdeki dalgalardan daha ahenkli hareketi, tıpkı o şarkıda ki gibi “alsancakdan aşağıya elimizde biralar”, şehrin en gözde pastanelerinde yediğim enfes krokanlı pastalar… (Bir daha senelerce o tada ulaşamayacağını bilsen, her defasında kilolarca tüketirdin)

“Anlamadım neymiş neymiş ,Önce canmış sonra canan , Kim demişse yanlış demiş ,Önce canan sonra canan “ (Canan da canan… Divan edebiyatına fazla düştün sen. Oturduğun bile divan değilken… Almıyorsun güya adamın adını ağzına ama hiç aklından çıkmıyor, fısıltıyla bile söyleyemiyorsun adını , onun adını taşıyan her kese gözlerin dalıp dalıp gidiyor.)

İyi bir eğitim, şehrin en güzel semtindeki süslü püslü hayat, mühendislik unvanı, lisede başlayan bilgisayar eğitimin ve düştüğün çukur!!!! ( Mühendislik unvanın ne diye gurur oldu ki şimdi sana? Sen adresin belli olsun diye okuyanlardan değil miydin ? Hep öyle demez miydin ? Ama sende haklısın beee o unvan oturttu seni o aralar sarraf vitrininin ardına… Ahahaha ben gülüyorum sen ağladın ağlayacaksın. Tamam kabul ediyorum o bilgisayar eğitimi de hocalık yaptırdı bi dönem sana. Ağlama beee )

“Canan” da arıyor arada bir. Sesi titrek, sesi ürkek, sesi giderek yabancı… Gel diyor, dön geri. Ama demiyor ki gel ben varım! Elinden yine tutarım demiyor… Hocalar da arıyor arada gel birkaç yerde iş ayarlarız heba etme kendini oralarda… Neye göre heba? Kime göre ? Neydim ki ben ? Şimdi neyim ? Ne olacağım? O koca bilinmezlik uçurumunda kendi sorularımı, kendi sesimin ekolarını duymak ne kadar ürkütücüydü…

Kötü iç ses sus deyip kafama vurasım var. (Ben kötü değilim güzelim!! Ben senin en gerçek yanınım. Ben senin kelimelere bile dökemediğin senden daha çok sen olanım!Sıkıyorsa yazsana parantezin dışına “canan”ın adını !!!!)

Bir sarraf vitrininin ardında bolca altın tartıyorum artık… Gözüm dalıp dalıp gidiyor rengine, parlaklığına… Nasıl geldim ben buraya? Ne işim var bu tezgahın ardında? Hiçbir fikrim yok. Geceleri radyonun soğuk odasında iki kelimeyi bir araya getiremeyen ama kendilerini ülkenin en ünlü sunucusu sanan şebeleklere ne diyeceklerini yazıp veriyorum ellerine… ( Nasıl arkana bile bakmadan kaçtın ama o şebeleklerden biri seni gecenin bir yarısı öpmeye kalkınca)

Keşkeleri hiç sevmeyen ben; hayatımda ki birkaç keşkeden birini, sen bana ardımda bıraktığım arabamı gönderdiğinde sarf ettim… Keşke; bana o arabayı yollayacağına, sen gelseydin bana… Daha çok gülerdi gözlerimin içi ve daha çok ısnırdı içim baba…

Avuç içi kadar yer indiğin bu mezar...


Avuç içi kadar yer indiğin bu mezar. Kim bilir belki de çok daha geniş o tahtadan saray… Bilmediklerim hakkında ne çok konuşuyorum kendimle. Bilmediklerim mi korkutuyordu beni? (Yoksa biliyordum da bilmemeyi mi tercih ediyordum?) Hayranım şu saksıma reset atma yeteneğime. İşime gelmeyeni terapi misali yok ediveriyorum. Gömüyorum aklımca… Bir kazma darbesine bakıyor oysa gün yüzüne çıkması.(Alıksın kızım diyorum ya; hakketen alıksın sen yaa... Gömdüğünü sandığın ne varsa soluğun kadar yakın sana. Kültür kumkuması her şeyi bilir şahsiyet. İş kendine geldimi cehaletin dibini buluyosun sen . Yok gömmüş de yok resetlemiş de...)

Mercan resiflerinden kaçıp geldiğim bu küçücük derede nasıl nefes alacağımı bilemezken, cebimdeki son parayı da sigaraya verince bir parça ayılmam uzun sürmedi. (Öküzlükte sınır tanımadığın doğru :D Neyine senin hala Camel içmek ileri zeka?) O mercan dolu renkli suların tek faydası bu küçük derede hala ışıl ışıl parlamaktı belki de... Dedemin abuk subuk şarkılar dinlediği o yerel radyo kanalını zoraki dinlediğim kahvaltı sofrasından bir hışım kalkıp, aynı radyo kanalının programcı aranıyor ilanına doğru yola çıkmam neredeyse saniyeler sürdü. (ahahahaha ay çok güldüm... Göt kadar derede taksiye bindiydin sen... Hepitopu 2 caddesi olan o yerde hemde :D)


İşi almam yarım saatime mal oldu. ( İş diyo yarabbimmmmm… Kıytırık radyo kanalının, kıytırık kendini sunucu sanan, yeni yetmelerinin ne diyeceğini yazma işi!!! ) Mücadele etmem gereken ne çok şey var. Kimseye göstermeden ağladığımı, ağlamak için ne çok sebebim, ne çok hayal kırıklığım, korkum, endişem, yalnızlığım, çocukluğum, gençliğim…… ( Ha oldu olacak şimdi de ağla hazır bahaneleri sıralamışken!)

Bir ayda verilen 8 kilo, bir ayda alınamayan bir arpa boyu yol, bir ayda dökülen tonlarca gözyaşı… Onlarca telefon görüşmesi, dakikalarca süren ağlama nöbetleri ve elini uzatıp tutabileceğin mesafede olmayan cananın eli… (Cananına ot tıkama hissi cabası…)

Babam kemoterapiye başladı… Artık burnundan hortumla besleniyor…

Sonun başlangıcı mı? Başlangıcın sonu mu?


O kadar uzun geldi ki o yol… Oysa ne sıradağların arasından geçti ne de dibi görünmez uçurumların yanından… Uçurumlar da geçit vermeyen o sıradağlar da içimdeydi… Her şeyi geride bıraktığım yanlışında olduğum o anlarda, her şeyin küçücük naylon bir poşetin içinde çoktan yer aldığını bilemedim… (Dan dan nasıl öğrendin ama nereye gidersen git kaçtıklarının hep senden bir dakika önce olay mahalline vardığını…)

Gecenin bir yarısı cebinde 10 lira… Yedi kilometre yolu nasıl yürüdün … (Sonra sonra tebrik ettim ama kendimi… Cesaretimi, deliliğimi kutsadım zafer sandığım yokluklarda… )



Sen bırak onca şatafatı, onca züppeliği, güzelim cananı, şehri;  tık kendini bilmediğin mezarlara. (Cananmış… Kendine hayrı olmayan canan… Kimse yakmadı canını o canan kadar hala “güzelim canan” … Salaksın kızım sen , doymadın yediğin kazıklara. )

Gecenin bir yarısı. Elinde hayatını tıktığın bir küçücük poşet. Aklında ardında kalanlar. Yanında hiç kimse…. (Yürüüüüüüü…)

Ne çok ağladım günlerce… Annesinin eteğine yapışıp, tepine tepine ağlayıp çikolata isteyen küçücük bir kız çocuğu gibi… (Kim duydu ki hıçkırıklarını senden başka?) Hiç unutmuyorum neydi o benden güzel olmayan  kadının adı? Her ne idiyse… “Hayalet” filmi vardı o zamanlar tv de izleyip sabaha kadar ağlamıştım. (Hııı onu da duyduydu senin o güzelim canan!!! Adam gözünün içine baka baka sana başka biri daha var hayatımda, ne senden ne ondan vazgeçemiyorum dedi. Alıklık işte!! )

Benim kadar üzülüp ağladı mı acaba geride kalanlar? Ya sen baba ? Değdi mi ömrünün son birkaç ayında bizi bizsiz bırakmaya?


 

W3C Validations

Cum sociis natoque penatibus et magnis dis parturient montes, nascetur ridiculus mus. Morbi dapibus dolor sit amet metus suscipit iaculis. Quisque at nulla eu elit adipiscing tempor.

Usage Policies