KÜLPERİSİ
sitede internette

BİL-Mİ-YO-RUM


Sabah kalktığında aynadaki “sen” i tanıyamamak, hayatın boyunca hiç görmediğin birine bakıyormuşçasına kayıtsız ve boş gözlerle bakmak… Olanca sessizliğe rağmen kulaklarında duyduğun bir sürü haykırış, saçma sapan tonlamalarda kahkahalar ve bitmek tükenmek bilmeyen hıçkırık sesleri… Başını duvardan duvara vurup hepsini bir anda susturmayı istemek… Akabinde başına geleceklerin şimşek hızıyla zihninde canlanması. Her yer kan. Her yer hüzün. Her yer, her şeye inat, sana inat ölümle yençeleşen hayat…

Hemen hemen her sabahım böyle başlar oldu. Kurtulamadığım yabancı yüzümden ve tanımadığım ürkütücü seslerden kurtulabilmek için, başımı duvara vurmak yerine kendimi mabedin ıssızlığına atıyordum. Bu da öyle bir sabahtı. Hatta bırak sabahı; sabaha kavuşmaya çalışan gecenin son adımlarına denk gelen saatlerdi. Bir süre daha bekleyip en azından güneşin soluk da olsa bir ışığını, hem benim hem de yeryüzünün karanlığına ulaştırması için bekledim. Küçük termosuma kahvemi de koyup birlikte mabede gittik. Ne kadar yürüdüm bilemem ama Cem’e gitmek için vakit gelmişti…


Dakikalarca o aptal otelin önünde bekledim. Arabanın içinde oturmaktan sıkılınca inip, arabanın çevresinde onlarca tur attım. Sinirlerime hakim olamıyordum zaten son zamanlarda ve şu durumda da olmak çok mümkün değildi. Hırsla otelden içeri girip Cem’i sordum. Yaklaşık bir saat kadar önce kahvaltıyı dışarıda yapmak için konuklarıyla birlikte çıktıklarını duyduğum an tüm hırsımı gözlerimden fışkıran alevden ödü patladığı her halinden belli olan görevliden çıkardım.

Arabaya kadar nasıl gittim, kontağı nasıl çevirdim ve mabede ne zaman geri döndüm, orada ne kadar kaldım, ne yaptım?.... BİL-Mİ-YO-RUM!


Bu kez beklediğim şey gecenin sabaha kavuşmak için attığı son adımlar değil; günün geceye kavuşabilmesi için koşmasına yardım edebilmekti… Hava daha kararmamıştı ama benim daha fazla bekleyecek sabrım kalmamıştı. Yeniden arabaya bindim ve otele gittim. Resepsiyona yöneldim. Sabahki zavallı çocuk hala oradaydı ve daha ben kapıdan girerken eli telefonun tuşlarında gezmeye başlamıştı bile…

Zavallıcığın konuşmasına hiç izin vermedim. Önüne dikildim ve o gece şehrime gideceğimi ve eğer yaptığı terbiyesizliğe dair affedilme gibi bi düşüncesi varsa Cem’in beni şehrimdeki barda bulabileceğini söyleyip; barın adını ve yerini söyledim. Sonrada arkama hiç bakmadan arabama binip şehrime tam gaz yola çıktım… (Alıksın kızım sen dediğim anlarda bana kızıyorsun ama ALIKSIN! Çocuk nasıl haber verecekti sana? O zaman herkesin cebinde telefon mu vardı? Hadi onda vardı da sende olmadığı gibi sabit numarana da sahip değildi zavallıcık. Nasıl ulaşacaktı sana? Ahahahaha ay çok güldürüyorsun sen beni. Öfkene ve hırsına yenildiğin anlarda yaptığın şuursuzluklar ve çocukluklar giderek büyüyor ve ne yazık ki beni çok korkutuyor….)

Hangi Kurşun Senindi?


"Hep alçak sesle konuşan biri de vardı ki; kederini soylu kılmak için yüreğindeki kurşun yarasına, aşktandır derdi"

Yapraklar düşüyor ömrümden...


Bu baş ağrılarım beni çileden çıkarıyor. İçimde ki huzursuzluk dinmek bilmiyor. Gözümü tek bir noktaya dikip dakikalarca düşünüyorum. Ya da düşündüğümü sanıyorum. Oysa ihtiyacım olan şeyin bu olmadığını biliyorum. Kocaman bir boşluk içinde kendime gidecek bir yön bulmaya çalışıyorum. Boşluklar içinde bomboş olmak...

Uzun ve sağlı sollu sıralanmış, başları göğe değecekmiş gibi duran kocaman ağaçlar... Yürürken, ayaklarımın altındaki sararmış yaprakların ve kuru dal parçalarının çıkardığı çıtırtı sesleri. Nefes alışımın sesi kulaklarımda. Derin. Uzun. Oksijenin burnumdan içeri süzülüşüyle başlayan beden yolculuğu. Ciğerlerime keskin oksijen ve sigara dumanının aynı anda erişme çabası. Hangisi daha yakıcı? Bu yakıcılığa eşlik eden ve her ikisinden çok daha fazla yakan, acıtan, kasıp kavuran daha pek çok şey daha... Boşluğumu doldurmak için kaçtığım gizli mabet...

Sessizlik. Hiç bitmeyecekmiş gibi, kulaklarımda feryat figan bağıran sessizlik. Mabedin toprak yolunda ağır adımlarla yürürken, önümde akıp giden ve sadece o anlarda gerçekten gülümsediğim, geçmişimin vizyondan kalkmış filmi... Zaten tek izleyicisi de benim. Her adımda önümde uzanan geçmişime yetişme çabası. Adım attıkça benden uzaklaşan, ben yalvarıp ağladıkça kulakları sağır edecekmiş gibi kahkahalar savurarak kaçan geçmişim... Korku trenine binmişcesine korktuğum, korkuyla karışık kahkahalar savurduğum, asla bitip tükenmeyecekmiş kadar uzun upuzun tünelin ucundaki mum alevinden daha soluk ışık...

Bugün olsa asla tek başıma gidemeyeceğim, gitmekten korkacağım o mabedin sonsuz sessizliği çalan telefon alarmının sesiyle bozuldu. Sanki elimde bir kumanda varmışcasına izlediğim filmi kapadım. Gözlerimden aktığını bile hissetmediğim gözyaşlarımı elimin tersiyle silip, burnumu çektikten sonra saçlarımı da düzelttim. O kadar çok yürümüş ve o kadar çok girmişim ki bana kucak açan bu mabedin derinliklerine, geri dönüş yolunda fark ettim bunu. Ağaçların dallarıydı beni sımsıcacık sarıp sarmalayan ve kendimi güvende hissettiren... ( Bu güveni ve sıcaklığı o gün bir kez ve gerçek olarak Cem'in gözlerinde de bulacağını bilmiyordun. Hoş gerçi o gün bunu görüp, hissettiğin anda da korkmuştun sen. Kedinin fareyle oynadığı gibi oynayacaktın Cem ile. Canını yakanların tüm hırsını ondan alacaktın. Çok üzülecek, kendinle savaşacak ama yine de yapacaktın. Cem... Ah Cem... Uzaklaş benden diye yalvaran sesini yine sadece ben duyacaktım...)

Adımlarımı hızlandırdım ve Cem' e doğru yola çıktım. Ayağım gaz pedalını kavradıkça kendimi sebepsizce ve gereksizce özgür hissederdim. Ve yine öyle oldu. Müziğin sesini sonuna kadar açtım. “Bana esmeyi anlat.....”

Çivi Çiviyi Söker/Mi?


Eski. Ve yırtık. Ve solgun. Ve durgun… Yine, yeni, yeni baştan sonu bildik nağmeler… Hırs mı? İntikam mı? Kendimden mi? Senden mi? Benden mi? Ondan mı ? Bizden mi? Birbirinden farklı ama cevabı hep aynı…

Hiç konuşmadık kadehler bitene kadar. Ne o benim şaşkınlığımı yüzüme vurdu, ne de ben ona teşekkür ettiğime dair bir tek laf etmedim…

Gece sona erdi. Bense yerimden hiç kalkmadım tüm dinleti boyunca. Önümdeki kadehin hiç bitmemesini diledim. Hiç de bitmedi zaten. O bitti, birileri hiç sormadan, teklif etmeden, sahibine itaatkar bir köpek gibi verilen emri eksiksiz yerine getirdi…

Her kes dağılmaya başlayınca yerimden kalkmak için yaptığım hamle, gözlerini benden saatlerdir hiç ayırmayan Cem’in otur diye emreden bakışıyla mat edildi. Neden itaat ettiğimi de bilmiyordum ama kalkacak kudreti o an bulamadım kendimde. (Hadi ordan be! Her kese bunu yutturabilirsin ama, bana asla :) Kalkmadın çünkü; Cem’in bakışlarında ki yakarış hoşuna gitti. Kalkmadın çünkü; Cem’i daha o koltuğa oturduğun ilk anda elde ettiğini biliyordun. Kalkmadın çünkü; yaralarını saracak sakin bir limanı görüyordun!)

Bir bir boşaldı koca otel. Ne yerimden kalktım, ne de tek bir cümle kurdum. Cem; tüm misafirleriyle tek tek ilgilenerek uğurladı ve çok muhterem konuğu da odasına yerleştirip elinde kahvelerle geri döndü.

“Sade” dedi. “Nasıl içtiğini bilmiyorum ama duruma en uygunu bu gibi geldi.” Sesim hiç çıkmadı yine. “Sağol” dedim. Tek kelime etmedik. Sessizce içtik kahvelerimizi. Geceyarısını geçeli çok olmuştu. Benden beklemediği kadar hızla ve yine beklemediği kadar ayık olarak dikildim ayağa. “Teşekkür ederim” dedim ve kapıya yöneldim. Benden daha çevik ve ayık olduğunu kanıtlamak istercesine kapıyla aramda bitiverdi. “Ben bırakayım, bu saatte taksiyle uğraşma” dedi. Attığım kahkahanın sesinden kendim bile ürktüm. Boşalan lobide çınladı resmen sesim. Yüzünde ki ifade, neden güldüğümü anlamadığının en açık ibaresiydi. “Benim arabam var! Sağol “ dedim.

Birbirinden telaşlı adımlardı bizimkiler. Ben arabaya doğru yürümüyor resmen koşuyorken, o; bana ne diyeceğini bilememekle bana yetişmek arasında bocalayarak giderek hızlanıyordu. Arabanın kapısını açmamla kapının kapanması da bir oldu. “Dur artık, yoruldum” dedi. Ne var, ne istiyorsun der gibi baktım yüzüne. Küfreder gibi. Küçümser gibi. Bana daha fazla köle olman lazım der gibi…

“Bu gece sesini nerdeyse hiç duymadım. Yarın konuğu gezdireceğiz katılmak ister misin ? Hem sesini de duyarım belki böylece?” Hiç tereddüt etmeden “Tamam” dedim. (Yapacak daha iyi bir işin olmadığı gibi yalnızlığına yeni bir oyuncak olacağını düşünüyordun. Ama öyle olmadı…) Yeniden arabaya binip kontağa anahtarı soktuktan sonra, yine içindeki heyecanı dizginleyemeyen Cem’in cama vuruşuyla gülümsedim. Başımı gülümseyerek “yine ne var” der gibi iki yana sallarken, diğer yandan da camı araladım. “Sabah 10’ da lobide derken, sesinin titrediğini ve bunun beni ne kadar gereksiz bir şekilde mutlu ettiğini hiçbir zaman öğrenemedi… Ama ben emindim ki; ardımdan arabamın çıkardığı sesi dinleyerek de o mutlu olmuştu… Ve dakikalarca orada durup ardımdan baka kaldı…

“Zaman alışmayı öğretir” derdin hep baba… Bunu öğrenmek istemiyorum. Ben alışmak değil; seni, kendimi, her şeyi mi geri istiyorum….
…..

İzle! Gidişimi Yazıyorum Sana...


“Rakı istesem getireceksiniz sanki!” Kendim bile duyamayacağım şekilde sarf ettiğim bu cümlenin ardından, önümdeki çay bardağının kaldırılıp, yerine bir duble rakı konması arasında geçen süre, neredeyse göz açıp kapayacak kadar kısaydı...(Uzun süredir bu kadar şaşırmamıştın. Acaba diyorum bilseydin akabinde olacakları ve sana ne getireceğini bu kadar sevinir miydin ? )

Alışamadığım kentin beni boğan kalıplarında çok da sık rastlanmayan bir atraksiyon hazırladı benim kıytırık radyo. O zamanlar İstanbul da yayın yapan büyük bir radyonun, gece yarısından sonra buğulu bir ses tarafından sunulan  şiir programı vardı. Çalıştığım radyo da bu kanalı belli saatlerde naklen yayınlıyordu ve program müthiş dinleyici kitlesine sahipti. (Sanki sen bayılmıyordun :D) O buğulu ses, bu karanlık ve ıssız şehre bir gece şiir dinletisi için davet edildi. Önde gelen otellerden birinde bir hafta sonu gecesi için oldukça heyecan verici bir durumdu bu.... Benim içinde bir eğlence....

O kadar yitiktim o kadar savunmasızdım ki bunu görüyor ama kendime bile söyleyemiyordum. Bu alışmaya çalıştıkça uzaklaştığım yerde; pek çok insanın ağzını kulaklarına vardıran geceye bile ayaklarımı sürüye dürüye gittim... Siyah deri bir pantolon, dik yakalı beyaz bir kazak ve yine siyah deri montumla, buradakilerin çok da alışık olmadıkları çizmelerim benim için en kötü kıyafetti... ( Hadiiiiii dikkat çekmeyi hep sevdin sen! O koca şehirde bile yaşarken girdiğin yerde tüm gözler sana çevrilirdi. Ağzını hiç açmaz ilk 10 dakika üzerinde gezen gözlerin keyfini sürerdin...)

Oldukça zayıflamıştım ve şimdilerde sıfır beden denen ölçülerdeydim hemen hemen. Ne kadar silinmeye, yok olmaya çalışıyor ve gözlerden uzak köşelere çekiliyorsam da ; bir şekilde yabancı oluşumun da etkisiyle, gözler hiç istemediğim ve rahatsız olduğum şekilde; yüzümde, saçlarımda ve her yerimde dolanıyordu.( İçin için hoşuna gidiyordu ama... Yok olmak, görünmek istemiyorum demek koca bir yalan değil mi? Bu; kaybettiğini sandığını seni sana anımsatmıyor muydu ? )

Herkes buğulu sesin sahibi adamın  içine düşmek için otelin salonunda yerini alırken, ben ve radyoda çalışan bir kaç kişi lobide oturmayı yeğledik. Lobide ki koltuğa oturmamış resmen yayılmıştım...Bir kaç saat sonra otelin sahibi olduğunu öğreneceğim Cem tam karşımda oturuyordu ve beni yeterince sinir edebilecek bakışlara sahipti...(Yakışılıydı be resmen çocuk) En kaba haliyle her kese tek tek ne içeceğini sordu. Sıra bana geldiğinde “Siz dedi. Siz küçük hanım ne alırsınız?” Çok sinirlendim. Yanıtlamadım ve yüzüne hiç bakmadım... (Onun senin olacağından emindin) Gözlerinin yüzümde olduğunu ve her kıvrımında gezdiğini biliyordum. Yineledi: “Size sordum küçük hanım! Ne içersiniz?” En nefret ettiğim şeyi, bana karşı ısrarcı ve yüksek sesle konuşmaması gerektiğiniz henüz bilmiyordu. (Henüz!!!)

Durdum. Gözlerimi gözlerine diktim ve; “küçük hanım gelince sorsanız? Sanırım sizi duyamayacak kadar uzakta “ dedim. Güldü . Kocaman oldu yüzünde gülümsemesi. Şaşırdım. Oysa niyetim onu kızdırmak ve hır çıkarmaktı. Peki dedi. O zaman küçük hanım gelince siz sorar mısınız ne içecekmiş?. Hiç istemesem de gayri ihtiyari benimde yüzümde kocaman bir gülümseme oturuyordu artık. Her ikimizinde gülümsemesi giderek kahkahaya dönüştü. Tüm soğukluğumu yeniden geri getirerek; çay dedim birden bire. Ve bu kez o çok şaşırdı.... ( Bukalemun gibiydin çünkü. Buna alışabilmesi epey bir zamanını aldı Cem'in... Med-cezirlerine alışırken bir yanda da seni sevdiğini kendine itiraf edemiyordu.) Bu şehre yakıştıramadığım kadar lüks, özenli ve güzel otelin,yine bir o kadar şık, özenli ve kibar elemanı çaylarımızı getirdi...


“Rakı istesem getireceksiniz sanki!” Kendim bile duyamayacağım şekilde sarf ettiğim bu cümlenin ardından, önümdeki çay bardağının kaldırılıp, yerine bir duble rakı konması arasında geçen süre, neredeyse göz açıp kapayacak kadar kısaydı... Gözlerim, gözlerimi bekleyen gözüne ilişiverdi. Fark ettim ki onun da çayı gitmiş yerine bir duble rakı konmuştu...
…......

Bana bir masal anlat baba....


“Hadi git... Ardından böyle kalırım... Çileden nasibim var mı? Hadi git... Anılarla oyalanırım... Maziye gözlerim dalmış...” (Mazide falan değilsin sen. Kendine gel. Farkında bile değilim günlerin nasıl ve ne şekilde geçtiğinin derken bile kendini kandırıyorsun. Hayatını örüyorsun, biliyorsun. İlmek ilmek, desen desen örüyorsun. Seçtiğin bu desen o kadar karışık ve o kadar zor ki... Neden beni dinlemiyorsun? Hiç kimsenin yapamadığını/yapamayacağını kendine sen yapıyorsun. Yaşamak diyerek ölüyorsun...)

Beynim değil ama bedenim yenik düştü sonunda bu kavgaya. 3 günden fazla ateşler içinde uyudum. Bir kaç kez bedenim zorlasa da bu sefer beynim verdi uyu emrini. Beynim ve bedenim kıyasıya mücadele de... Kabuslar görüyorum kısa metrajlı filmler gibi... Birbiri ardına ekleniyorlar. Tanımadığım yüzler, bilmediğim sesler arasında aşina olanları görmeye, duymaya çabalıyorum...

3 günden fazla savaştım. Galibi olmadan sona erdi savaş. Hiç bir taraf, bir diğerinden daha üstün gelemedi. Uzlaşmaları zaten mümkün değildi. OZAN; her kabusumda hem tanıdık hem de yabancı bir sima olup dikildi karşıma. Bağırmak, küfretmek istedikçe sesim yitti gitti boğazımda. Kulaklarım sağırdı, gözlerim kör... Vurmak istedikçe ona doğu attım adımlarımı. O hep daha uzağa gitti. Koştum... Hırsım ayaklarımdan daha güçlüydü. Ben yaklaşmaya çalıştıkça o; hep çok daha uzağa gitti.... (Yakalasaydın ne yapabilecektin ki ? Vurabilecek miydin? Küfredebilecek miydin? Küçücük bir kız çocuğu gibi ağlayacak,sarılacak ve yine seni seviyorum diyecektin!)

Kafamın içinde konuşan bu sesi susturamıyorum. Haklı olduğu için mi yoksa uğraşmaya değer bulmadığım için mi?

Bana yine bir masal anlat baba... İlk sarhoşluğumda ki gibi uzan ve saçlarımı okşa.... Gözlerini kapa de.... Hiç bir şey düşünme ve uyu de...Gülümse yine bana... İçimi ısıt hadi baba! Bana yine çocukluğunu anlat. Çocukluğumu anlat.... İçine çektiğin saçlarımın kokusunun tıpkı yaz günlerinde yediğin kavunlar gibi koktuğunu söyle bana... Kokulu kavunum de hadi bana yeniden baba! Konuş baba! Sesini kim çaldı?

….........

Üşüyorum...


Başım dönüyor... Sigara üzerine sigara yakıyorum. Uyku düzenim tamamen bozuldu. Yorulmak istiyorum. Kendimi sürekli meşgul edecek, yoracak şeyler arıyorum. Bunu çalıştığım işler beceremezse, geceyi sabaha kavuşturma işine ben gönüllü oluyorum...

Şehrime gidip gelişlerim sürüyor geceleri. Hırsızcılık oynuyorum. Tıpkı bir hırsız gibi; bana ait olmayan ve hiç olmayacak, bende ki duruşları saniyeler sürecek mutluluklar, gülümsemeler ve en çok da kadehler dolusu alkol çalıyorum...

Yooo hayır. Bağımlı olmadım merak etme. (Bana mı dedin ?) Bağımlılığın nasıl bir şey olduğunu hepinizden çok yaşadım ve gördüm. O kadar zavallı olmadım. Kendimi kaybetmek, unutmak istediğim doğru. (Sadece ben duyuyorum, sadece ben hissedebiliyorum içindekileri. Nasıl korktuğunu, kendini kaybetmek istesen bile aslında bunu bile tam manasıyla istemediğini biliyorum. Geçecek diyorsun kendine. En fazla bir kaç gün sürecek diyorsun ve sadece ben duyuyorum. Ben de sana sesleniyorum. Ama beni fark ettiğin günden beri, bana doğru olan tüm duyularını kapadın. Korkma diyorum sana... Kalkanların ince. Kalkanların zayıf. Kalkanların zar...)

Aylar oldu ; ağlama nöbetlerini atlatamadım hala... Direksiyon, tuttuğum en sıcak el oldu. Deli gibi çalışıyorum. (Çalışmak mı? Ne yaptığın işin/işlerin farkındasın; ne de, ne yapmaya çalıştığının... Geçici bir süreç gibi görmeye çalışıyorsun içinde bulunduğun durumu. Oysa biliyorsun ki bu aylar, hatta yıllarca sürecek ve belkide dönüşü olmayacak uzun bir yol senin için...)

Nefesinin yeniden yüzüme değmesi için sahip olduğum her şeyi verebileceğim “canan” ı bile anmıyorum artık. “Canan.....” (Hadi! Söyle artık. Hadi sıyır at o melun adı dilinin ucundan. Hadi!)

Sus artık! Sus ve unutmaya çalıştıklarımı, unutacağımı sandıklarımı bana sürekli hatırlatıp durma yeter! Canımı yakıyorsun bu benden çok daha gerçek ve dürüst halinle. OZAN' ın adını zikredemeyecek kadar güçsüz değilim ben! Hiç olmadım! Olmayacağım! Hiç düşmedim şimdiye kadar. Yüzüm hiç değmedi toprağın o soğuk kucağına... Düştümse eğer şimdi; hiç kaybetmediğim gururumla kalkar, tenime bulaşan tozları en vakur halimle silkeler, yürümeye devam ederim... ( Ahahaha görmek istiyorum bu kareyi... O ismi söylemekle başladın doğrulmaya. Henüz kalkmış değilsin. Tenine sandığından çok daha fazla toz bulaştıracaksın. Bunu henüz bilmiyorsun...)

“Kim bilir neler neler geçti başımdan... Kimse böyle yalnız olamaz!” Baba! Evimizin önünde park ediyorum arabamı. Gözlerimi dikiyorum sıcacık evimizin ışıklarına... Evimiz sıcak. Evimiz huzurlu. Evimiz güvenli. Kulağımda bir daha hiç duyamayacağım sesin... Üşüyorum baba. Artık konuşamıyormuşsun. Ağlıyorum baba. Işığımız sönene kadar bekliyorum kapının önünde... Dönüş yolunu hatırlamıyorum... Geriye dönmek için patikalara savurduğum ekmek kırıntılarını bir bir kargalar yiyiyor baba! Üşüyorum!

Hayaller küle döndü. Dumanlarını izledim uzaktan bana ait değildiler.


Yeni yüzler, yeni insanlar, yeni işler, yeni bir gökyüzü… Her zaman olduğu gibi yüzüme o kocaman gülümsemeyi yapıştırmam uzun sürmedi. ( Yalancılık mı bu ? Yoksa riyakarlık mı? Hiç kimseye karşı değil, kendine karşı kocaman bir sahtekarlık!!!)

Ne varsa bana dair ben dediğim hepsini gömdüm! Kahkahalar atıyorum yeniden. Geziyorum, eğleniyorum, yiyiyorum ve içiyorum! ( Kahkahaların sahte! Kaybolmak istiyorsun bilmediğin bu topraklarda. Kendini öldürüyorsun kendinden bile saklaya saklaya… Geziyorsun! Ne geceler yeterince karanlık geliyor bunca karanlığının içinde ne de ardı ardına devirdiğin kadehler hafifletmiyor içindeki fırtınayı. Baştan sona yalan bir dünyanın içindesin göre göre, bile bile….)

Gittim! Hayaller küle döndü. Dumanlarını izledim uzaktan bana ait değildiler. (Her şey senin! Hiç kimse gülen yüzünün ardında içine akan gözyaşlarını görmesin diye savuruyorsun kahkahalarını. Ne getirecek seni kendine? Kime, ne zaman göstereceksin göz yaşlarını ? Mutluyum derken ne zaman titreyecek sesin ? Ne zaman gerçek olacaksın ? )

Serseri ruhuma teslim ettim kendimi… Nerde akşam orda sabah! Kaçtığım şehre gece yarıları hırsız gibi son sürat girdim. Yıllarca içinde yaşadığım, nefes aldığım, sevdiğim, sevildiğim o şehre ne kadar yabancıymışım… Bilmediğim ne çok sokağı, ne çok caddesi ve ne çok kadehi varmış… Daha önce ayak basmadığım o sokaklardan, caddelerden defalarca gelip geçtim. Tanıdık hiçbir simaya rastlamadan! Bildik hiçbir kokuyu duymadan! Ve yine bir hırsız gibi şehrimden yakalanma korkusunu içimde hissederek kaçtım… Bana bu kadar yakınken nasıl bu kadar yabancılaştı anlayamadım… (Sen hep duvara çarpmadan bu duvardır diyemedin. İlla ki burnun kanamalı senin. İlla ki acıyı içinde hissedeceksin. Kendini yitirdin. Sen; sen değilsin artık)

3 aydır seni görmüyorum. Çok kilo vermişsin. O koca dev erimiş öyle diyorlar. Çok korkuyorum baba! Ve hiç kimseye korktuğumu söyleyemiyorum…
 

W3C Validations

Cum sociis natoque penatibus et magnis dis parturient montes, nascetur ridiculus mus. Morbi dapibus dolor sit amet metus suscipit iaculis. Quisque at nulla eu elit adipiscing tempor.

Usage Policies