KÜLPERİSİ
sitede internette

image
image
image

Masal Perileri De Ölür...!


Masalları periler yazar. Her masalın bir perisi, her perinin bir sevdiği ve yine her perinin bir ölümü vardır... Bu masalın perisi benim. Ve her masal perisi gibi ben de öleceğim. Fiilen değil elbette. Hiç bir şey için ölmez insan. İnsanı sadece sevdikleri öldürür. Perileri ise sadece sevdiklerinin gidişleri...
O kapının arkasında aylardır duruyorum. Olduğum yerde. Hiç kıpırdamadan. Sessizce. Yalnız. Sadece nefes alış verişlerimi duyuyorum. O nefes benim mi ? Onu bile bilmiyorum... Geriye de dönemiyorum. Çakılmış gibiyim. Koca bir mıh ile olduğum yere sabitlenmiş gibi. Günler, haftalar, aylar geçti. Sadece bakıyorum. İçimdeki ses başımı bile geriye çevirmemem için elinden geleni yapıyor. İçten içe artık kendimin de bunu istemediğimi anlıyorum. Sesim çıkmıyor. Yutkunuyorum. Koca bir yalnızlığın ta ortasında üşüyorum...



Hiç bir şey acıtmıyor canımı aylarca. Hissetmiyorum. Sadece yaşıyorum. Rutinsel, deneysel, bir sürü sel... Bir yandan geçmişin izlerini silmeye çalışmak diğer yandan geleceğin içinde yaşamak ya da geleceğini yaratmak... Nasıl bir yükümlülüktür bu? Nasıl bir çetrefil, çamur? Nasıl zordur yaşamak... Bu hiçbir şeyi becerememişlik hissi belki de canımı en çok yakan şey... Sevmeyi becerdim de ben, sanıyorum ki sevilmeyi beceremedim...

Sevildikçe içimdeki yara büyüdü. Zamanla yoğruldu acım ve şiddetlendi. Bana dokunan herkesi, her şeyi yaktım. Acımadan küllerini havaya savurup acıyla karışık kahkahalar attım. Sevgi beni nasıl bu kadar kötüleştirebildi? Yoksa beni sevenlerin beni terk edişleri miydi bana bunu yapan?

İç sesim yok artık. Onu bile susturdum. İçimdeki bu acıya, yalnızlığa ve çaresizliğe o bile tahammül edemedi...

Masalın başına geri döndüm. Yolculuğa çıkışımın ilk saatlerine... Etrafıma dönüp bakmaya bile korkuyorum. Çünkü biliyorum ki etrafımda bir tek kişi yok. Bunu bile bile birde görmeye dayanabilecek gücüm de yok artık. Ben toparlanacağımı biliyordum. Buraya kadar izleyenler de biliyorlar. Tek farkımız eski ben olabilecek miydim işte bunu henüz bilmiyorsunuz...

Şimdi Nerdeyim ?


Hayat hiç kimseye gümüş tepsiler içersinde hediyeler vermiyor. Ya da ben bunu o zamanlar bilmiyordum... Bilmiyordum çünkü; ben hep altın tepsilere sahip oldum. Bilmiyordum çünkü; ben bir prensesdim. Bilmiyordum çünkü; o zamanlar bugünün geleceğimi yazdığını da bilmiyordum. Bilmediğim ne çok şey vardı da ben bunu bile bilmiyordum...

Şimdi dönüp bakıyorum da o tuhaf yaşanmışlıklara, aslında hiç bir şey son bulmadı. Ne adına “kötü” dediğim kader ne de arkamı dönüp giderek biteceğini sandığım prensesliğim... Ne yaşarsanız yaşayın ne olarak doğduysanız o olarak ölürsünüz. Kaçmaya çalıştığınız her şey gölgeniz olur ve sessizce izler sizi.

Bazen yazdıklarıma bakıyorum, öyle uzaktan izliyorum hayatımı. Bunları ben mi yaşamışım diyorum. Gülümsüyorum. Yanaklarımdan sessizce yaşlar süzüldüğünü önüme düşen damlalarla fark ediyorum. Geçmişle yüzleşmek emin olun sandığınız kadar kolay değil. Hele ki geçmişle yüzleşirken diğer yandan da geleceğin içinde yaşamaya devam etmek çok daha zor...

Geçmiş daha çok yakıyor canımı yoksa geçmişin inşaa ettiği içinde bulunduğum zaman dilimi mi bilemiyorum. Yanaklarımdan süzülüp düşen damlalara dalıyor bir süre gözlerim. Önümdeki kağıdın üzerindeki mürekkep her düşen damlayla daha güçsüz bir hale geliyor ve çözülerek dağılıyor. Kendimi o mürekkebin yerine koyuyorum. Bir anlam ifade ediyorum önce. Sonra bir şey düşüyor üzerime. Bir gölge, bir damla, bir anı, bir acı, bir bir şey işte... O üzerime düşen şey duruyor bir süre anlamlar içeren görüntümün üzerinde. Rahatsız oluyorum. Kıpırdamaya çalışıyorum o da hareket ediyor. Ama o benden çok daha kuvvetli. Ben kıpırdadıkça o daha da güçleniyor ve silmeye başlıyor tüm anlamımı...

Beni silmeye başladığı an o da gücünün farkına varıyor ve bir tane daha bir tane daha geliyor. Her seferinde eziliyorum, siliniyorum, kayboluyorum. İzliyorum uzaktan kendimi. Hayat ne kadar boş. Uğruna neler feda ettiğiniz insanlar geliyor aklınıza. Ve şimdi yaşadıklarınız. Neyi ne kadar hak ettiğinizi ya da hak etmediğinizi düşünüyorsunuz. Gelgitler içinizde dışınızda her yerinizde alay ediyor sizinle. Geçmişi deşeledikçe geleceği yaşayamaz oluyorsunuz. Geçmişin hatalarını gelecekte yapmayacağınıza dair yeminleri ard arda sıralarken yaşadığınız an'ın daha o zaman yazıldığını çooook sonra fark ediyorsunuz.

İyileştim dediğim ve doğrulmaya çalıştığım her an bir darbe daha alıyorum. Kim haklı kim haksız (artık çok nadir bile olsa) bunun ayırdına varamıyorum. Hayatımı yeniden kurmaya çalışırken, tüm her şeyi planlarken, işte hayat benim için şimdi başlıyor derken.... Ömrümü adadığım şeyin beni bir kez daha incitmesine izin veriyorum. Ve bu izni ona verirken ardına sığındım sebebe ben bile (ARTIK) inanmıyorum...

Ödedim düşeni payıma,insafa gel artık... Kaçmaya çalıştığınız her şey gölgeniz olur ve sessizce izler sizi... Kaçmak çare değil, kaçmak çaresizlikmiş... Ben çok güçlüyüm ve üstesinden gelebilirim dediğiniz hiçbir şey ağzınızdan dökülüverdiği kadar kolay ve masum da değilmiş...


Şimdi nerdeyim ? Şimdi bunları yazarken; geçmişle gelecek arasında henüz hiç gitmediğim ve bilmediğim bir ülkedeyim. Kocaman bir kapı var önümde. Kapı henüz kapalı ve olduğum yer hala geçmişim. Kapıyı açarsam geleceğime yürüyeceğim. Hala kapının önünde ne yapacağını bilmeden bekliyor olduğum şu an ; şu satırları yazdığım zaman.....


“Alışmaya çalıştıkça öfke gibi. Hasret büyüyor kalbimde sinsi, sessiz... Işıkları yakın nedir bu his? Ayrılmam sarılırım hayallere. Ayrılmam sevişirim özleminle...”

Küçük Bir Kız Çocuğu...


“Kızım biraz sakin ol. Gel gidelim beraber eve. Yılbaşı gecesi her kes içer, dağıtır. Olur böyle şeyler. Çok gençsin ve biraz fevri davranıyorsun. Gel bi amca gibi dinle beni gidip barıştıralım sizi.”

Masaya yumruğumu sıkıp da vuruşumun acısını birkaç gün sonra fark ettim. “Bana bakın” dedim. “ Ben hayatım boyunca karakolun önünden geçerken bile titredim. Şimdi, bugün buradan içeri bu saatte girebiliyorsam, bu şımarıklıktan değildir. Ya benimle gelir, eşyalarımı almama yardımcı olursunuz ya da ben bu geceyi sokakta geçiririm.”

En yakın komşumuzdu Türkan teyze. Bizden birkaç apartman ileride oturuyorlardı. Annemi küçük bir kız çocuğu gibi sürükleyerek onlara götürdüm. Ablama götüremezdim. Yeni evli çift mutluluk içinde ilk yeni yıllarını kutluyorlardı. Türkan teyzenin hiçbir çabası beni verdiğim karardan vaz geçiremedi. Bir şeyler bitiyordu ve ben ya kararlarıma uyacaktım ya da … Ya dasını hiç düşünmedim…

Bir yabancının eviydi sanki kapısının önünde iki polisle dikildiğim ev. Kocaman şeffaf bir balon içinde gibiydim. Polislerden biri kapının ziline dokunduğu an ben bir diğerinin ardına kurulmuş bir oyuncak bebek gibi gizlendim. Uzun süre içerden hiç ses gelmedi. Kafamı yerden hiç kaldırmadım. Ne polislerin söylediklerini ne de babamın sesini duymuyordum balonumun içinde.

Başımı yerden hiç kaldırmadım. İçeri girdim. Odama geçtim. Elime geçen küçücük bir naylon poşetin içine sığacak kadar giyecek koydum ve bir daha aylar sonra sadece 30 dakika için döneceğim evimden sessizce ve ağlayarak çıktım.

Başımı yerden hiç kaldırmadım. Babamın yüzüne hiç bakmadım. Ne söylediğini hiç duymadım. Kulaklarımda sadece balonumun içine süzülebilen “KIZIM” dan başka hiçbir şey çınlamıyordu.

Polislere beni garaja götürüp götüremeyeceklerini sordum. Gece yarısını çoktan geçmişti ve bu saatlerde sokaklarda olmaya hiç alışık değildim… Polislerle birlikte garaja gittim. Ne kadar süre orada öylece otobüslere, insanlara ve şehrin ışıklarına baktığımı bilmiyorum. Dedem şehrimden 110 km uzaklıkta bir kasaba irisinde tek başına yaşıyordu. Aklımda ondan başka gideceğim hiçbir yer ve kimse yoktu. Zaten çok fazla akrabamızda yoktu…

Tek sorun gecenin o saatinde o kasaba irisine otobüsün olmayışıydı…

Ne kadar zaman sonra toparlandığımı da anımsamıyorum. Yeni yılın ilk saatlerinde; ilk defa tek başıma, ilk defa güçsüz ve ilk defa korkaktım… Kasaba irisinin yol çatısından geçen ilk otobüse bir bilet aldım. Elimde küçücük bir naylon poşete sığdırdığım hayatım vardı…

“O kadar uzun geldi ki o yol… Oysa ne sıradağların arasından geçti ne de dibi görünmez uçurumların yanından… Uçurumlar da geçit vermeyen o sıradağlar da içimdeydi… Her şeyi geride bıraktığım yanlışında olduğum o anlarda, her şeyin küçücük naylon bir poşetin içinde çoktan yer aldığını bilemedim…”


http://kulpers.blogspot.com/2010/10/sonun-baslangc-m-baslangcn-sonu-mu.html

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar...


Geçmişle yüzleşmek ve aynı anda geleceği de yaşamaya çalışmak bazen sadece bir yumruk büyüklüğünde ki kalbinizin çeperlerini zorlar. Her nefes alışınızda ciğerlerinize dolan oksijenin acısıyla yanıp kavrulursunuz. Sizi kavuran oksijen değil, geçmişinizle geleceğiniz arasındaki o dar alanda kısa, sert ve can yakıcı paslaşmalardır.

Unuturken, unutmaya çalışırken yaptığım tek şey her şeyin ama her şeyin üzerini sadece toprakla örtmekti. Gömdüm sandım. Bitti sandım. Unuttum ve hatırlamayacağım sandım…
Ne tuhaf… Şimdi elimde kocaman bir kürekle tek tek çıkarıyorum gömülerimi. Hepsi taptaze. Hepsi capcanlı. Karşımdalar ve havada sadece bir yanık kokusu var… Oysa ben gömülerimin çürüdüğünü ve kokuştuğunu düşünmüştüm… O kokuyla yeniden üzerlerine topraklar yığacağım diye düşünmüştüm. Şimdi havada ve ciğerlerimde keskin bir yanık kokusu var… Kalbimin yanığı. Gençliğimin yanığı. En güzel günlerimin, neşemin, kahkahalarımın, en büyük sevdalarımın, babamın yanığı…

….


Ozan… Sensiz kalırsam bir daha nefes alamayacağımı, senden sonra tek bir adım bile atamayacağımı düşündüğüm adam. Yoksun… Binlerce kez nefes aldım, kilometrelerce koştum. Yoksun… Arkama hep dönüp baktım. Yoksun… Ozan… Hala beni bekliyorsun. O kadar hızlı koştum, o kadar uzun yol aldım ki; elimi uzatsam da tutamazsın…


….

Ablam evlendi. Babam artık benim babam değil. O dev gibi adamın yüzüne artık gözlerimi dikemiyorum. İlk defa ondan korkuyorum. Tedirginim. Bahar çiçeklerinin kokuları sarmıyor artık evimizi. Alkol kokusu her hücremize işledi.

Bir yılbaşı gecesindeyiz. Penceredeyim. Ablamın evi tam karşı caddemizde. Işıklarını izliyorum sessizce. Bir yılbaşı gecesi… Umutlarım yok. Ailem yok. İçeride sesler giderek yükseliyor. Odamın ışıklarını kapatıp, bir sigara yaktım. Ağladığımı sigaramı ağzıma götürdüğüm zaman elime damlayan o damlayla fark ettim. Ağlıyorum. Oysa ben ağlamayı da bilmezdim ki… Ağlıyorum…. Sigaram bitti. Bir yılbaşı gecesi. Hava soğuk. Üşüyorum. Beni hiçbir cehennem ısıtmıyor… Bir yılbaşı gecesi. Sesler giderek yükseliyor. Yorganımın içine gömülüp, bir kedi gibi kıvrılıyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Ben ağlamayı hiç bilmem ki… Bir yılbaşı gecesi. Sesler giderek yükseliyor. Bir şeyler kırılıyor duyuyorum. Kalkamıyorum yerimden sadece ağlıyorum. Annem bağırarak ağlıyor… Ben hiç yüksek ses de bilmem ki… Birden sesler kesiliyor. Çıt çıkmıyor evimden. Bir yılbaşı gecesi. Korkuyorum bu kez sessizlikten. Usulca kalkıyorum. Ellerim, dizlerim titreye titreye elim kapı kollarına uzanıyor. Salonun kapısındayım. Bir yılbaşı gecesi. Kapıyı dakikalarca açamıyorum. Sessizlik büyüyor. Kapıyı açamıyorum. Açarsam fırtınanın ortasına dalacağım ve savrulacağım. Biliyorum. Bir yılbaşı gecesi. Korkuyorum. Kapıyı açıyorum.Ellerim, dizlerim titriyor. Yürümüyorum sürünüyorum. Bir yılbaşı gecesi. Annem yerde yatıyor. Elleri başında.İçin için ağlıyor. Ben annemin ağladığı hiç bilmem ki… Bir yılbaşı gecesi. Hayatım yıkılıyor başıma. Korkuyorum. Annemin elleri kan içinde. Ben hiç kan görmedim ki. Bir yılbaşı gecesi. Korkuyorum. Hayatım avuçlarımdan kan içinde akıp gidiyor….

Bir film izler gibiydim. Oyuncuların yüzleri ne kadar tanıdık. Ama sadece yüzleri. Başroldeki adam benim hayatımın kahramanına ne çok benziyor. Kadın bir zamanlar ne kadar genç, güzel ve mutluydu. Şimdi yerde. Elleri başında. Avuçları kan içinde. İçin için ağlıyor. Bu filmi hiç sevmedim. İzlemek istemiyorum. Başıma görmediğim bir el silahını dayamış, sonuna kadar izleyeceksin diyor…

Hiç konuşmuyorum. Bir yılbaşı gecesi. Korkuyorum ve sesim istesem de çıkmıyor. Karabasanlar içinde uyanmayı diliyorum. Bir yılbaşı gecesi. Yere eğilip annemi kaldırıyorum. Yüzüne bakamıyorum koltuğa çökmüş masal kahramanımın… Banyoda yüzünü yıkıyoruz annemin. Hiç konuşmuyoruz. Konuşamıyoruz. Odama dönüyorum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir yılbaşı gecesi. Gözlerim pencereden dışarıya dikili, şuursuzca bakıyorum. Odamın kapısı açılıyor birden bire. Tekmeyle… Benim odamın kapısı tekmeyle açılmayı bilmez ki… Benim masalım böyle değildi ki… Kahramanımın elinde kocaman bir sopa. Ona bakıyorum. Duymuyorum hiçbir şey. Anımsamıyorum. Yerdeyim. Benim babam bana hiç vurmaz ki… Sopa iki parça halinde düşüyor yere. Belimde anlık bir acı. Hissetmiyorum. Annem bağırıyor. Sadece bunu duyuyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Dev gibi adam. Tutamaz ki narin annem. Masalım bitiyor görüyorum….

Bir yılbaşı gecesi. Önünden geçerken bile ürperdiğim karakolun kapısından içeri dalıyorum…

Nasıldı masalın başı?


Unutmak insanın içinde kocaman bir boşluk yaratır. Eğer o boşluğu dolduracak bir şey hazırlamadıysanız, yine o boşluk içinde kaybolup gidersiniz. Unuttum demek aslında o boşluğun karanlık dehlizlerinde kayboluşun başlangıcıdır. Sonun başlangıcı…

Hiç rahat/geniş bir insan olamadım. Her şeyi planlamak, sıraya koymak, tek başıma hemen hemen her şeyin üstesinden gelebilirim düşüncesiyle yoğurdum kendimi. Hayata hep müdahale edebileceğim saçmalığına o denli alıştırdım ki kendimi; içinde bulunduğum an’a nasıl geldiğimi “unuttum”…

Unutmak? Unutmanın yaratacağı boşluğu dolduracak olanı belirlemeden unutmak… Dikkat ettim de ben kendimi anlatmayı da doğru düzgün beceremiyorum. Öyle kendini denize hesapsızca atıveren bir balık gibiyim. Ya da damdan kendini boşluğa bırakan küçücük bir serçe kuşu gibi… Yüzebilecek miyim? Uçabilecek miyim ? Hiç hesaplamadan, umarsızca…

Elbette benim hayatım böyle acılı Adana kıvamında değildi. Ne yalnızdım, ne parasız nede savunmasız bir kız çocuğu gibi peydahlanıvermedim ben ortaya. Aksine; pek çoğunuzun imreneceği kadar harika bir hayatım vardı. Ama gel gör ki, hayata neyle ve nasıl başladığın değil; nasıl ve nerede devam ettiğin önemli…

Ülkenin en güzel kıyı şehrinde, en güzel ve varlıklı semtinde, oldukça varlıklı bir ailenin küçük kızıyım(dım) ben. Barbi bebeklerinin sayısını bile bilmeyen, kırmızı rugan ayakkabıları ve kabarık etekli pırıl pırıl elbiseli küçük bir prenses(tim). 20’li yaşlarıma kadar babamın (baba demek ne kadar kolaydır değil mi? Bir bebeğin ağzından şuursuzca ama ilk çıkan kelime… Ba-ba… Ba-ba… Oysa ne çok acıtıyor artık canımı bu kelime…) kucağında şen kahkahalar atan şımarık küçük bir prenses…

Sahilin iki sokak arkasındaki 4 katlı apartman dairesinin ilk katı idi evimiz. Hani Amerikan filmlerindeki geniş verandalı harkulade tek katlı evler vardır ya; tıpkı onlar gibiydi evimizin girişi. Verandadandı evin girişi. Kocaman geniş 3 basamaklı bir veranda. Sağında çadır gibi olmuş yasemin ağacı, solunda neredeyse tüm apartmanı sarmış büyüklükte bir Begonvil… Yasemin kokularıyla geçirdim çocukluğumu… Babam; 3 çocuklu bir ailenin tek ve ortanca oğluydu. Zor geçirilen bir çocukluk evresi de olsa mal varlığı henüz çok gençken ona hayatın tüm nimetlerini sunmuştu.

Şimdi kalkıpda taaa annemle babamın evlenme evrelerine kadar inecek değilim. Evlenmişler işte. Aşkla… Her akşam içilen 2 kadeh rakının günün birinde biz hiç hissetmeden aniden onu alkolik bir adama dönüştüreceğini hiç bilemedik. O rakısını içip, bize hikayeler anlatırken şen kahkahalarla gülüp eğlendik.

Şehrin en güzel semtinin en güzel okullarında liseye kadar gayet güzel tamamladım eğitimimi. Üniversite ise benim için liseden farksızdı. Aynı şehirde yine hem şehrin hem de ülkenin en güzel ve sayılı üniversitesinde tabiri caizse “adres belli olsun” zihniyetinde okudum. Benim için ne okuduğum bölümün önemi vardı ne de okuyor olmamın… Eğleniyordum ben. Şimdilerde “hayat sana güzel” söyleminin en güzel örneğiydim. Harika bir ailem, bol param ve üniversiteye başladığım için bana hediye edilen güzel bir de arabam vardı. Nerde akşam orda sabah değildim ama yine de oturaklı bir kız olmadım hiç …

“Canan” yani Ozan da benimle aynı bölümde idi. Daha okula ilk başladığım hafta farklı bölümden biriyle çıkmaya başlamıştım. İstanbullu ufak tefek bir çocuktu. Ama oldukça sıkıcı ve çocuk karakterli biriydi. Güçsüzlere karşı hiç tahammülüm yoktu ve neredeyse 2 hafta sonunda ayrıldık. Ozan… Karşıdan beni izler, durduk yere benimle inatlaşır ve hır çıkarırdı. Doğam gereği hiçbir lafın altında kalmaz onunla sürekli didişir dururdum. “Her aşk bir kavgayla başlar” diyen o aptal teoride  olduğu gibi çok geçmeden biz de deli gibi aşıktık… Benim gibi aynı şehirde yaşayan ancak normal gelir düzeyi olan bit ailenin tek erkek çocuğuydu. Annesi hastalık derecesinde ona düşkün ve nazlı bir kadındı. Halim selim ve sakin bir yapıya sahip babasına oranla, annesi tam bir cadalozdu. Ve beni hiçbir zaman benimseyip sevemedi…

Babamın giderek alkol oranını arttırmasını görüyor ama anlayamıyordum. Ailemizde hiç yüksek sesle konuşulmazken, yüksek ses boyutunu aşıp kavgaya dönüşen dialoglar giderek çoğalıyordu. Mal varlığımızın tükeniyor olduğunu ne babam bize söylüyordu ne de biz görüyorduk. Refah düzeyimiz ne kadar yüksek olursa olsun, burnu büyük ve şatafatlı bir hayatımız olmadı. Sadece yeterli düzeyden fazla paramız vardı ve o normlarda yaşıyorduk.

Çok sonraları öğrendim ki; babamın işleri iyi gitmemiş, zevk için her akşam içilen bir iki kadeh giderek kederden içilmeye, yalnızlığa, paylaşmamaya, ailesini korumak ve üzmemek adına kendine çekilmeye, borç batağına düşmeye doğru sürüklenmişti. Karakteri de değişti bu süre içersinde. Üzerimize titreyen o dev adam, giderek hırçınlaşmaya, kabalaşmaya ve bizlere el kaldırmaya başlayan, üstelik alkole artık kendini tamamen teslim etmiş bir adama dönüştü.

Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Ablamın evlenmesine haftalar kala babam iyice zıvanadan çıktı. Ayık olduğu zamanlar hiç yok gibiydi. Üstelik annem de artık bizimle birlikte değildi. Hiç alışık olmadığı bu adam onu çok fazla hırpalamış ve o da kendince haklı sebeplerle babamdan boşanmıştı. Ama ablamın evliliği o kadar yakındı ki kısa süreli de olsa görüntüde bir barış imzaladılar ve yeniden birlikte yaşamaya başladılar. Ama sadece aynı çatı altında, giderek şiddeti artan huzursuzluk ve kaoslar içinde…

Yüzüm gülmüyordu eskisi kadar sık. Ozan hayatımın tek anlamı idi. Okula gitsem de derslere girmiyordum. Kafeteryada Ozanın dersten çıkmasını bekliyordum. Derse girmem için elinden geleni yapıyordu ama ben onu dinleyecek kadar huzurlu değildim. Hayatım ( o zaman öyle sanıyordum, oysa hala dingin günlerde idim) bir yaprak gibi savrulup gidiyor, her esintide şekli değişiyordu.

Babasının kucağından hiç inmeyen mutlu küçük prenses sıklıkla onunla kavga etmeye başlamış, o dev gibi adamın karşısında küçüldükçe küçülmüş, onu tanımakdan uzaklaşmıştı. Canı yanıyordu prensesin… Gel-gitler yaşıyordu. Huzursuzdu ve masal giderek sona yaklaşıyordu…


Baba demek ne kadar kolaydır değil mi? Bir bebeğin ağzından şuursuzca ama ilk çıkan kelime…Ba-ba… Ba-ba… Oysa ne çok acıtıyor artık canımı bu kelime…

Tutamıyorum Zamanı...


“Yüreğine hiç beni koyup sarhoş oldun mu sen? Kaderine boyun eğip dünle  küstün mü sen? Yüreğine cayır cayır kor çile saçıp, göz göre korku saklayıp boğazına gömülüp sustun mu hiç? Kal. Gittiğin yerde mutlu o.. Ya da gel. Kalbimde tahta sahip ol. Senin gülen yüzüne kurban bu serseri kalbim. Ama karar ver tutamıyorum zamanı….”
….
Yolun bitmesini hiç istemedim ama ben ne istersem oldu ki? Yol bitti. Yollarım bitti. Teslimiyetle karşı koyma arasında gittim geldim saatlerce… İçimdeki  kime karşı olduğunu bildiğim halde bilmediğimi savunan öfkeli ve serseri yanımla; bu kadar erken çağlarda, bu kadar yorgun ve kendisine sakin bir liman arayan yanım savaşıp durdu. Artık sıradanlaşmaya başlayan günle geceyi karıştırma halim giderek beter ve can sıkıcı bir hale gelmeye başladı. Rahatsız, huzursuz ve bir o kadar da yalnızdım…

Nasıl bir savaştı bu? Nasıl bir çelişki? Nasıl bir yalnızlık? Olumsuzluklara her zaman gülüp geçen çilli küçük yüzüm soluyor artık. Giderek seyrekleşen gülümseme anlarına sahibim. Bana Cem’den uzanan zayıf ama yeşermeye hazır dalları kırmamak için çabaladıkça, o dalları tutmama engel olacağını bildiğim yanım arasındayım. Bırakmamak için sımsıkı tutarken avuçlarımın içinde kırıldıklarını çok sonra fark ettim. Artık ne Cem’in uzatacağı bir dal kaldığı ne de benim elimi uzatacak yüzüm kalmadığı bir an’da…

Ne gecenin bittiğini fark ettim ne de sabahın olduğunu… Bu iyi bir şey miydi bilmiyorum. Ama savaşıyordum. Cem’i kaybetmemek için savaşıyordum. Üstelik yabancı biride değildi düşmanım. Kendimle kendim için savaşıyordum. Makul bir saat olsun diye zor sabrettim. Sanırım 9 falandı telefonu elime aldığımda. Cem; evde ailesiyle değil, otelde kalıyordu. Oteli aradım ve odasına bağlandım. Teflon 3 ya da 4 kere çaldı. Ama ben o kadar kısacık zaman diliminde yüzlerce kez telefonu kapama hissi yaşadım. Henüz uyuduğu sesinin her tınısından belli oluyordu. “Efendim” dedi esneyerek. Kendi ağzımdan çıkan sesimin cıvıltısına nasıl şaşırdığımı ve ürktüğümü anlatamam….

O’nu arayıp “günaydın, hadi kalk gidelim” demem onu nasıl mutlu etmişti… Yaklaşık bir saat sonra şehrime giden otobüsün içinde yan yana oturuyorduk. Yol boyunca yine beni güldürdü durdu. O anlattıkça iyileşiyordum. Aylardır uykuyla kavgalı olan gözlerim, beynim, yüreğim her şeyim onun sesindeki dinginlikle uykuya teslim oluyordu. Otogar’ a geldiğimizde usulca “hey uykucu geldik uyan hadi” diyen sesiyle uyandım. Yüzyıllardır uyuyan bir prenses kadar masum, huzurlu ve dingindim….

O’nun yanındaki hissettiğim bu huzur ne olurdu hiç bitmeseydi? (Bitirmeseydin o zaman.O aptal öfkene, o aptal “canan’a” olan zaafın, babana duyduğun özlem ve kırgınlık yüzünden hem kendini hem de onu savurdun yitirdin…)

Bir gece önce bıraktığımız yerden arabamı aldık. Anahtarları istediği zaman hiç huysuzluk etmedim. “Ben” dedi “Bir kurt kadar açım ve seni öyle güzel bir yere götüreceğim ki bayılacaksın”. “Tamam” dedim. “Hadi göster bakalım hünerlerini”. Şehrin diğer ucundaki sahile götürdü beni. Hayatım boyunca yaptığım en keyifli kahvaltılarından biri oldu o kahvaltı. Kahvaltıdan sonra sahilde uzun uzun yürüdük ve o yine bana sürekli anlattı. Hiçbir şey düşünemiyordum onunlayken. Ne yalnızlığımı, ne öfkemi, ne de ettiğim yeminleri…

Hayatımda ki ilk nargileyi onunla birlikte içtim. Ben içime çektiğim dumanla cebelleşirken o kahkahalarla kendinden geçiyordu. Elini yanağıma değdirdi ve orada öylece kaldı. “Sen” dedi “Sen, göründüğün bu şeytan olamazsın”. Sustu. O sustukça kulaklarımda çınladı sesi….”Sen, göründüğün bu şeytan olamazsın…..”

Nefes...




Yalnızlığın hikayesi işte bu. Küçücük, korkmuş, tedirgin, yalnız ama tüm bunlara rağmen –kendisine rağmen- güçlü görünmeye-durmaya- çalışan küçücük bir kız çocuğunun hikayesi …

Karanlıktan da korkardım ben yalnızlıktan korktuğum kadar. Şimşeklerden, gök gürültülerinden ve daha bir sürü çocukça şeyden de korkardım. O zamanlar çok daha büyük korkular beni derinlerde korkuturken, yüzeydeki her türlü korku izini siliyordum bir bir. Yaşadıklarımın ne olduğunu kavrayamıyor, anlam veremiyor ama iç sesimle sürekli kavga ederek korkularımı red ediyordum. Kabullenseydim korktuğumu ve güçlü görünmeye çalışmak yerine tüm güçsüzlüğümü gösterseydim… Öyle işte…



Vakit henüz çok erkendi ve bar daha açılmamıştı bile. Bir süre şehrimin sokaklarında dolandım durdum. Başım, bu kovalamacadan dönünce arabayı otoparka bıraktım. Kendi gölgemden kaçma çabam bu kez yaya sürüyordu. Upuzun caddenin her sokağına öylesine girip çıkıyor, beni öldürmeye çalıştığını düşündüğüm zamanı fütursuzca ben öldürüyordum. ( Sen öyle sanıyordun. Zaman seni hep öldürdü ve her raunda o 1-0 önde başladı.)

Nihayet bar açılmıştı. Sağıma soluma hiç bakmadan, gidip her zaman ki gibi en karanlık, en kuytu, en yalnız köşeye geçtim. Bar dediğime bakmayın siz. Şehrimin en gözde mekanlarından biriydi burası. Denize karşı akşamları canlı müzik eşliğinde yemek yiyip bir iki çift laf edebileceğiniz ama gecenin ilerleyen saatlerinde de coşabileceğiniz türden yerlerdendi aynı zamanda da.

Midem yanmaya başlayınca, o saate kadar hiçbir şey yemediğimin ve sadece kahve içtiğimin farkına vardım. Bir iki aperatif söyledim kendime. Karnım biraz doyup, midemin yanması geçince fark ettim ki; Cem içeri girdiğim ilk andan beri orada beni bekliyordu. Ne yaptığımı, hareketlerimi, yüzümdeki ifadeyi bir bir anlatmıştı daha sonra. Önümdeki kadehten aldığım ilk yudumdan sonra bardağı elimden bırakırken göz göze geldik. Yüzümdeki şaşkınlığı o an nasıl sileceğimi bilemedim.

Onu gördüğümü fark edince, oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. Bir sürü özür içeren ve onu affetmem için süslü cümleler kuracağını düşünürken karşılaştığım davranış şekline hiç alışık değildim.( Şaşkınlık ve hoşlanma arasında gidip gelen duygularını ne diye bastırdığını ve neden bu kadar acımasız olduğunu hiç anlamadım ki ben senin)

Ne selam ne sabah. Kolumdan sertçe tuttu ve “yürü hadi” dedi. Kendimden hiç beklemediğim şekilde uydum bu emre.( hııııı anlık bir boşluktu o) “Hesap” diyebildim sadece kendim bile duyamadığım bir tonla. “Hallettim ben yürü” dedi. O an, yapmak istediğim tek şeyin peşinden usulca gitmek, hiç sesimi çıkarmamak ve bana baktığı ilk anda boynuna atılıp saatlerce ağlamak istediğim olduğunu fark ettim. ( Keşke yapabilseydin bunu. Keşke tutunabilseydin ona. Zırhını ne ara çantandan çıkarıp giydiğini, sana bu denli yakın olan ben bile fark edemedim. Gerçi Cem sana çok da uygun biri değildi. Kim bilir belki o, senden çok daha yaralı ve sana, senin ona olandan çok daha ihtiyacı olan bi adamdı. Belki de bunu ben göremedim de sen gördün. Beni giderek sorulara boğuyorsun.)

Arabasını neredeyse kapının önüne park etmişti. Beni ön koltuğa oturtup kapıyı kaparken,  sanki kaçacakmışım da korkuyor edası vardı. Karşımdaki insanın korkularını ve tedirginliklerini hissettiğim zaman canavarlaşıyordum resmen. Yine de o an hırçınlaşacak kadar kuvvetli değildim. Uzun süre ikimizde konuşmadık. Zaten benim de konuşmaya hiç niyetim yoktu. Bu sinir harbinin, bu soğuk savaşın nereye varacağı daha çok ilgimi çekiyordu. Bir süre gittikten sonra denize en yakın yere yanaştı. Arabadan indi ve sürükler gibi beni de çıkardı. Eli kolumu o kadar çok sıkıyordu ki canım yanınca ittirdim. “Kes artık” dedim. Fitili ilk ateşleyen yine ben oldum. Öyle bir bağırmaya başladı ki sadece izledim onu. “Nesin sen ? Kimsin ? Kim şımarttı seni bu kadar? Nasıl ulaşacaktım sana? O kalın kafan hiç mi düşünemedi bazı şeyleri. Bu kadar öfkeleneceğine, kendi kendine hikayeler yazacağına, sana not bıraktığım çocuğa bağırıp çağıracağına bi dinleseydin. İnsan gibi bi sorsaydın ne kaybedecektin?” Habire bağırıyordu. Bir yerden sonra duymamaya başladım. Tepkisiz, soğuk, şaşkın bakışlarım geziyordu üzerinde. Söylendi söylendi söylendi…

Onu dinlemediğimi anladığı zaman sustu. Gözleri kocaman, kirpikleri upuzun ve kendine çok yakışan çilleri vardı. Kıpkırmızı olmuştu yüzü. Benden uzundu. Spor yaptığı her halinden belliydi ve çok özenli giyinmişti. Ona hiç söylemedim ama çok da güzel kokuyordu. Hep öyle koktu. Kokusu bana hep huzur verdi. Hiç bilmedi bir tek onun yanında korkmadığımı. Hiç bilmedi huzurla kokladığımı onu. Ondan bana bulaşan sevgiyi yüzlerce kere silmeye çalıştım ama beceremedim. Ozan’ dan sonra yürüyemeyeceğimi, nefes bile alamadığımı zannederken, Cem’e karşı bu hissettiklerim ihanet ediyormuşum hissi yarattı içimde. Kaçtım….

“Bitti mi?” dedim. Yüzüme baktı sadece kocaman gözleriyle. Bu boşvermişliğim ve aldırmazlığıma ne sebep bulamıyordu ne de isim koyabiliyordu biliyordum. Çaresizce iki yana açtı ellerini. Aşıktı görüyordum. ( Kaç dedin yine. Kaç, uzaklaş benden.) Avuçlarımın içinde sıkacaktım kocaman yüreğini biliyordum. “Doymadım ben daha. Kokoreç sever misin sen ?” Sonra anlattı bana, hayatımda hiç bu kadar sevimli bi bakış görmemiştim diye. Kocaman gözlerine kocaman bir de gülümseme ekledi. “Delisin sen! Hadi yürü bildiğim harika bi yer var bayılacaksın”

Bir kuş kadar hafiftim arabaya binerken. Aylardır içimi kasıp kavuran ateşi gözleriyle söndürüyordu. Sakindi. Olumlu, uyumlu, mantıklı… İstanbulda Kamu yönetimi okumuş, iyi derecede Fransızca ve İngilizce bilen çok zeki bir adamdı. Ailesine ait oteli yönetiyordu. Aile kavramı onun için, bana oranla çok daha farklı şeyler ifade ediyordu. Belki de sırf bu yüzden saatlerce onu dinlerdim. “Bana bir masal anlat baba” der gibi…

Çok güzel bir geceydi. Birlikte çok salaş bir yerde kokoreç yedik. Biralarımızı alıp, sahilde ay’a karşı şerefe dedik. Çok uzun zamandır kulaklarıma gelmeyen kahkahalarımı yeniden duydum. Kendini anlattı bana. Çocukluk hatıralarını, üniversite yıllarını, işini… Hiç soru sormadı. Beni ürkütmekten, kaçmamdan korktuğu her halinden belliydi. Farkında mıydı hala bilmiyorum ama bu davranışı beni ona bağladı.

Gece yarısını geçiyordu vakit. “Hadi” dedi. “Bu gece her şeyi konuşursak yarına ne kalacak? “ Yüzümdeki kocaman gülümseme silindi. “Tamam” dedim. “Arabama bırak beni” “ Deli olma” dedi. “Seni bu saatte geri döneceğinden emin olmayarak nasıl bırakırım? Benimle geleceksin ve ben evine girdiğinden emin olacağım.”  “Ama arabam ?” dedim. “Yarın gelir alırız. Hem bu kez sen bana kokoreç ısmarlarsın.” İçimdeki bu sessiz boyun eğişdeki sebebi hiç sorgulamadım. Yol boyunca bana fıkralar anlattı. Ve ben o yolun bitmesini hiç istemedim…

 

W3C Validations

Cum sociis natoque penatibus et magnis dis parturient montes, nascetur ridiculus mus. Morbi dapibus dolor sit amet metus suscipit iaculis. Quisque at nulla eu elit adipiscing tempor.

Usage Policies